Bakırhan: Emeğin hakkını, halkın iradesini, onurlu yaşamı güvenceye alan düzeni birlikte kurana kadar mücadele edeceğiz

Eş Genel Başkanımız Tuncer Bakırhan, haftalık Meclis Grup Toplantımızda güncel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Bakırhan, şunları söyledi: 

Bu ülkenin sorunları muhalefet edene ceza verilerek çözülemez

Çok değerli konuklar, çok değerli yol arkadaşlarım, değerli kurum temsilcileri, hoş geldiniz. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sözlerime başlamadan önce 3 Kasım’da faili meçhul bir cinayete kurban giden eski Antep HEP İl Başkanımız Abdulsamet Sakık’ı saygı ve rahmetle anıyorum. Onun şahsında, demokrasi mücadelesinde emek verirken yaşamını yitiren bütün arkadaşları da saygı ve minnetle anıyorum. Yine haksız ve hukuksuz bir şekilde yaklaşık 3 yıl cezaevinde tutsak kalan Semra Güzel arkadaşımız dün tahliye edildi. Aramıza hoş geldi. Geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Bir önceki dönemde milletvekilimiz olan Hüda Kaya’ya da bir buçuk yıllık ceza verildi. Ona da geçmiş olsun dileklerimizi iletiyoruz. Bu ülkenin sorunlarının konuşana, muhalefet edene ceza verilerek çözülemeyeceğini bir kez daha belirterek konuşmama başlamak istiyorum.

4 Kasım iktidarın Kürt meselesine yaklaşımında yaşanan radikal paradigma değişikliğinin miladıydı

Tam 9 yıl önce 4 Kasım’da demokratik siyaset susturulmak istendi. Eş Genel Başkanlarımız Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile birlikte birçok milletvekilimiz 9 yıl önce bugün evlerinden alınarak cezaevine gönderildi. 4 Kasım 2016, salt bir hukuk operasyonu veya basit bir tutuklama dalgası değildi. Bu tarih, iktidarın Kürt meselesine yaklaşımında yaşanan radikal bir paradigma değişikliğinin de aynı zamanda miladıydı. Hedef sadece tutuklanan arkadaşlarımız değildi, onların temsil ettiği üçüncü yol paradigmasıydı. Demokratik Kürt siyaseti ile Türkiye sol sosyalist güçlerinin kurduğu ittifakı dağıtmaktı, barışı ve eşitliği kararlıca savunanları cezalandırmaktı. 

4 Kasım’dan sonra demokratik siyaseti susturmak isteyenlere yanıtımız “Barışın dilini susturamazsınız” demek oldu

Yine o tarihlerde birçok belediyemize kayyım atandı. Bugün Sayın Ahmet Türk de burada. Onun da aralarında bulunduğu birçok belediye eşbaşkanımız ve yöneticimiz de bu kumpas davaları sonucu cezaevlerine konuldu. O gün döşenen yol, bugün Hakkari'den İstanbul'a uzanan kayyımlarla devam ediyor. Bu süreç, hukukun siyasi bir araç olarak kullanılmasına geçişi hızlandırdı. Bugün bunu birlikte yaşıyor ve görüyoruz. 4 Kasım sonrasında hukuk çok daha fazla keyfiyet alanına çekildi. Geçen tüm bu zorlu süreçlere rağmen ne biz dışarıda kalanlar ne de içeride olan arkadaşlarımız mücadele etmekten vazgeçmedi. Hiçbirimiz geri adım atmadık. Onun için bugün buradayız. Barışın, eşitliğin, özgürlüğün en ön saflarında yer almaya devam ediyoruz. Biz Meclis’te, arkadaşlarımız cezaevlerinde; biz meydanlarda, onlar mahkemelerde adaleti ve barışı savunmaya devam ettiler. Demokratik siyaseti susturmak isteyenlere yanıtımız “Barışın dili susmaz, barışın dilini susturamazsınız” demek oldu. 

Türkiye AİHM kararlarına uymakla yükümlüdür; arkadaşlarımız bir an önce serbest bırakılmalıdır

Bugün konuştuğumuz barış süreci tam da 4 Kasım’da dayatılan tasfiye politikalarına karşı gösterilen mücadelenin, sabrın ve kararlılığın bir meyvesidir. Şimdi bu sürecin selameti için kumpas davaları artık sona ermeli. Barış konuşacaksa kumpas bitmeli. AİHM, Selahattin Demirtaş hakkında 8 Temmuz 2025'te verdiği kararda, Kobanî Davasındaki tutukluğun siyasi saiklerle sürdürüldüğünü açıkça tespit etmiş ve tahliyesini istemişti. İktidarın 8 Ekim'de, yani son gün yaptığı itirazı ise dün reddetti. Böylece Selahattin Demirtaş’ın, Kobanî Kumpas Davasında yargılanan arkadaşlarımızın kararı kesinleşmiş oldu. Türkiye AİHS’in 46. maddesi gereği bu ve daha önce verilmiş AİHM kararlarına uymakla yükümlüdür. Bu nedenle, bir an önce vakit kaybetmeden başta Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş olmak üzere Kobanî Kumpas Davasında yargılanan bütün arkadaşlarımız serbest bırakılmalıdır. 

Binlerce siyasi tutsak arkadaşımız derhal serbest bırakılmalıdır

Türkiye'nin normalleşmesi ve toplumsal barışın tesisi hukuka uymaktan geçer. Bu hukuksuzluğu sürdürmenin vicdani ve siyasi karşılığı artık kalmamıştır. Bu kısır döngü, bu ayıp artık bitmelidir. Yüksekdağ, Demirtaş, Ali Ürküt, Nazmi Gür, Alp Altınörs, Günay Kubilay, Aynur Aşan, Bülent Parmaksız, Dilek Yağlı, İsmail Şengül, Pervin Oduncu, Zeynep Karaman, Zeynep Ölbeci, Zeki Çelik artık özgür olmalıdır. Leyla Güven, Selçuk Kozağaçlı, Osman Kavala, Can Atalay, Selçuk Mızraklı, Mehmet Sıddık Akış, Cihan Kahraman, Bekir Kaya, Ayşe Gökkan ve daha adını sayamadığımız yüzlerce, binlerce siyasi tutsak arkadaşımız da derhal serbest bırakılmalıdır.

Sürgündeki arkadaşlarımız ülkesine, tutsak siyasetçiler meydanlara, barış da artık bu topraklara dönmelidir

Yine Selim Sadak gibi sürgünde bulunan arkadaşlarımız da artık kendi topraklarına dönmelidir. Kumpas dosyaları kapanmalı, demokratik siyaset alanı genişletilmelidir. Barışın temeli demokratik siyasettir. Sürecin güvencesi de demokratik siyasettir. Tam da 4 Kasım'ın yıl dönümünde çağrımızı bir kez daha yapıyoruz: Sürgündeki arkadaşlarımız ülkesine, tutsak siyasetçiler meydanlara, barış da artık bu topraklara dönmelidir.

Bu sadece bir barış süreci değil, aynı zamanda devletin demokratik dönüşümünün imtihanıdır

Değerli dostlar, çok değerli yol arkadaşlarım; işte bu dönüşlerin olabilmesi için devletin demokratik dönüşümü gereklidir. 1 Ekim'de başlayan süreç sadece bir barış süreci değil. Bu aynı zamanda devletin demokratik dönüşümünün imtihanıdır. Peki, devletin demokratik dönüşümü ne demek? Çok basit bir şekilde bunu anlatmaya çalışacağım. Türkiye hepimizin ortak evidir. Bundan ötürü, duvarları tek tipçilikle örülen, pencereleri tek yöne baktırılan bir evde ne ortak yaşam olur ne de mutluluk olur. On yıllardır hatalar yapılıyor. Devlet “ben bilirim” dedikçe hatalar büyüyor, yurttaş küçülüyor, yurttaşın hakları küçülüyor. Devlet, halkın hizmetkârı değil sahibi gibi davrandı ve davranmaya da devam ediyor. Ben bilirim kibriyle halkın sesini boğdu. Türkiye'nin binbir rengini, dilini, inancını bir tehdit olarak gördü. Toplumu tek bir kalıba zorlayarak kutuplaştırdı ve milyonları ortak evin dışına itti. Demokrasinin temeli olan denge ve denetleme mekanizmaları yok edildi. Yargı siyasi bir aygıta dönüştürüldü. Meclis etkisiz kılındı. Yerel yönetimler merkezin kıskacıyla nefessiz bırakıldı. Kim kimi denetliyor belli değil. Bir denetleyen var mı o da belli değil. 

Bir ülke barışla büyür, korkularla küçülür

Demokrasilerde meclis yürütmeyi denetler, yargı herkes için eşit çalışır; hükümet de meclise hesap verir. Peki, Türkiye’nin bu durumda ihtiyaçları nedir? Devletin halka hükmetmediği, hizmet ettiği bir düzen kurulsun. Hiç kimsenin kimliğinden ve inancından dolayı ötekileştirilmediği bir ortak yaşam inşa edilsin. Yargının bağımsız, meclisin güçlü ve yürütmenin şeffaf olduğu gerçek bir denetleme ve denge sistemi tesis edilsin. Sorunlar şiddetle değil, müzakere ve diyalogla çözülsün. Toplumsal barış sağlansın. İrade yerellerde, halkın bizzat kendisinde olsun. Güçlü bir yerel demokrasi güvence altına alınsın. Yas gibi en kutsal hakka saygı duyulsun. Bu vesileyle ifade etmek isterim ki, dün Şırnak'ta, ondan önceki gün Urfa ve Ağrı'da taziyelere yapılan çirkin saldırıları kabul etmiyoruz ve kınıyoruz. Barışmanın en gerçekçi yolu herkesin yas hakkına saygı göstermektir. Bu ve buna benzer onlarca öneri yapabiliriz. Fakat kısaca sözün özü şudur. Bir ülke barışla büyür, korkularla küçülür. Biz barışla ülkeyi ve demokrasisini büyütmek istiyoruz. 

Toplumun tüm kesimlerini bu sürecin içine almanın yolu süreci gerçek bir demokratik dönüşüme çevirmektir 

İçtenlikle söyleyelim. Bu süreç toplumun tüm kesimlerini içine almak zorunda. Bunun yolu, Ekim 2024’te başlayan süreci gerçek bir demokratik dönüşüme çevirmekten geçiyor. Mardin'den Muğla'ya, Kars'tan Hatay'a herkes bu dönüşümün öznesi olmalı. Çünkü biliyoruz ki Kürt meselesi Türkiye'nin demokrasisinin kilit taşıdır. O taş yerine oturmadıkça üzerine inşa ettiğiniz hiçbir şey sağlam olmaz. Haliyle Kürt meselesi çözüldükçe Türkiye demokratikleşecek, demokratikleşme genişledikçe de hepimiz daha özgür ve rahat nefes alacağız. Dün heyetimiz Sayın Öcalan'la bir görüşme gerçekleştirdi. Bir de açıklama yaptılar. Sayın Öcalan'ın herkese, hepimize, Türkiye'deki emekçilere, yoksullara selam ve sevgileri var. Sağlığı ve moralinin güçlü olduğunu arkadaşlarımız söyledi. Sayın Öcalan, dün özellikle tarih ve sosyoloji üzerinde durarak tarihsel Türk-Kürt ilişkilerini bu iki kulvardan onarmayı, güçlendirmeyi önermiş. Tarihi bir mesele için büyük çalışmalar yapılırken, çizgiler çekmek değil kapsayıcı olmak; yıkıcı ve negatif değil pozitif bakmak gerektiğinin altını özellikle çizmiş. Son olarak da Kürt olgusunun Cumhuriyetin yasallığına dahil edilmesi için demokratik entegrasyona dikkat çekerek herkesi ciddiyete ve sorumluluğa davet ettiğini belirtmiş. Peki, bunu nasıl yapacağız? Elbette demokratik entegrasyon yasalarını geçirerek yapacağız. 

Asimilasyon eritir, tek tipleştirir; Öcalan'ın önerdiği demokratik entegrasyon “var ol” der

Peki, nedir bu demokratik entegrasyon? Çünkü herkes bu süreci biraz kendisine göre okuyor, kendisine göre tarif ediyor. Biz gerçeğini söyleyelim. Demokratik entegrasyon kavramı özce birbirine alışma, birbirine sahip çıkma, birbirine uyumdur. Demokratik entegrasyonu, zıttı olan asimilasyonla kıyaslayarak açıklamaya çalışacağım. Çünkü birileri bu süreci asimilasyon süreci olarak tarif ediyor. Yıllardır bu topluma dayatılan asimilasyon “unut” der. Dilini unut, kimliğini unut, benliğini unut, onurunu unut, benim gibi ol der asimilasyon. Asimilasyon eritir, yok eder, tek tipleştirir. Sayın Öcalan'ın önerdiği demokratik entegrasyon “var ol” der. Sen Kürt olarak, o Türk olarak, diğeri Süryani olarak, Alevi olarak, hep birlikte Demokratik Cumhuriyetin eşit yurttaşları olarak yaşayalım der. Biri yok eder, diğeri kucaklar; biri reddeder, diğeri sahip çıkar. İşte ikisinin arasındaki fark bu kadar net ve açıktır. 

Birlikte yaşamanın önünü açacak düzenlemeler demokratik entegrasyon yasalarının bir an önce çıkarılmasına bağlıdır

İşte demokratik entegrasyon; halklar ve inançların kendi diliyle, kültürüyle, kimliğiyle özgürce yaşamasının adıdır. Devletin buradaki görevi halkları birbirine benzetmek değil, herkese eşit mesafede durup her birinin kendi kökleriyle büyümesini garanti altına almaktır. Bu yüzden demokratik entegrasyon sadece Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye'nin topyekûn demokratikleşmesinin anahtarıdır. Kimsenin "devlete ters düşersem başıma iş gelir" korkusu taşımadığı, "yaşam tarzım tehlikede" diye düşünmediği bir ülkeyi ancak böyle kurabiliriz. Açıkça söylüyoruz: Demokratik entegrasyon bir bölünme değildir, ama teslim olmak da değildir. Tarafların birbirini kabul etmesi ve birlikte yaşamayı esas almasıdır. Farklı renklerin, kültürlerin bir araya gelip birbirini tamamlamasıdır. Önemli olan birlik ve uyumdur. Bunun yolu da demokratik entegrasyon yasalarıdır. Sıkça dile getirdiğimiz, daha henüz bir adımın atılmadığı ama önümüzdeki günlerde atılacağına dair umudumuzu koruduğumuz entegrasyon yasalarıdır. Yani birlikte yaşamanın önünü açacak düzenlemeler bu yasaların bir an önce çıkarılmasına bağlıdır. Tarih bize bu fırsatı sunuyor. Vakit bu büyük dönüşümü gerçekleştirme vaktidir. Bu tarihi fırsatı hep birlikte değerlendirelim, heba etmeyelim diyorum. 

Milyonlar neredeyse kuru ekmeğe muhtaç

Şimdi ülkemizin temel konularından biri olan ekonomiye biraz değineceğim. Ülkenin en büyük yarasına. Kime dokunsan bin ah işittiğin bir meseleye, açlık ve sefalete değineceğim. Milyonlar neredeyse kuru ekmeğe muhtaç. Bunu biz söylemiyoruz; sahada, sokakta buluştuğumuz vatandaşlar söylüyor, perişan haldeki esnaf söylüyor. Açlıkla yüz yüze olan asgari ücretliler ve emekliler bunu feryat ederek dile getiriyor. İktidarın kendi verileri de bu bedbaht durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. 2026 yılı Cumhurbaşkanlığı yıllık programında sosyal yardıma muhtaç hane sayısı 4,5 milyona ulaştı. 4,5 milyon hane demek, 18 milyon kişi demek. Yani yardıma muhtaç 18 milyon vatandaşımız var demek. Bu sıradan bir rakam değil, bir faciadır. Bu, ekonominin en net fotoğrafıdır. 

İnsanlar neredeyse 360 günün 60 gününü makarna yiyerek geçiriyor; bu, iktidarın ayıbıdır

Geçim sıkıntısı her geçen gün daha da artıyor. Milyonlarca hane yardıma muhtaç hale geliyor. Peki, iktidar ne yapıyor? Bir eli yurttaşın cebinde, vergilerle milyonlarca yurttaşın kesesinden yandaşlara aktarmaya çalışıyor. Mutfaklar yangın yeri. Etin tadını unutan aileler ve çocuklar var. Sebzeye, meyveye hasret kalanlar var. Kuru ekmek ve makarnayla karnını doyurmaya çalışanlar var. Rakamlar bunları söylüyor. 2013'te kişi başına Türkiye'de makarna tüketimi 4,4 kilogram. Peki, 2025'te ne olmuş? Yaklaşık 8,1 kg olmuş. Yani iki katına çıkmış. Bu, iktidarın ayıbıdır. Bu, yoksulluğun fotoğrafıdır. Yani neredeyse 360 günün 60 gününü insanlar makarna yiyerek geçiriyorlar. Öyle bir ekonomide yaşıyoruz. Ev kiralarını düşünün. Sadece ev kiralarına bakarsanız nutkunuz tutulur. Kiralar son 4 yılda 8 kat artmış. İnsan hakları, hukuk ve gelir dağılımı istatistiklerinde sonlardayız ama kira artışında Avrupa'da 1. sıradayız. Ne acı değil mi? Açlık sınırı 28.000 TL, yoksulluk sınırı 92.000 TL. Peki, asgari ücret ne kadar? 22.000 TL. En düşük emekli maaşı ne kadar? 16.000. Milyonlarca emekli bu parayla yaşamaya çalışıyor. 

Emeğin hakkını, halkın iradesini ve herkes için onurlu yaşamı güvenceye alan düzeni birlikte kurana kadar mücadele edeceğiz

Asgari asgari ücret zamları enflasyon karşısında buharlaşıyor. Bugün bir asgari ücretli, ayın yarısında cebinde para kalmadan yaşam mücadelesi veriyor. Bu ülke yurttaşları, emekçileri insan onuruna yaraşır bir yaşamı en çok hak edenlerdir. Bunun için DEM Parti olarak diyoruz ki asgari ücret 2026 yılı için en az yoksulluk sınırının yarısı olan 46.000 lira olmalı ve yılda iki kez enflasyon rakamlarına göre güncellenmelidir. İktidar, "az kaldı, toparlanıyoruz" diyor. Televizyonları, oradaki yorumcuları izlerseniz ülkenin böyle bir ekonomi fotoğrafı yok. Onlar toparlanıyoruz hikayesi anlatsalar da biz her geçen gün geriye gidiyoruz. Niye? Düzelecek gibi değil. Çünkü emekçiye, emekliye asgari ücretliye değil; varsa yoksa sermayeye, yandaşa çalışıyorlar. İki yıldır düşecek denilen enflasyon yine yükselişe geçti. Üretim yavaşladı. Fabrikalar kapısına artık kilit vuruyor. Tekstil sektörü başta olmak üzere üretim alanları kriz içinde. Tekstil fabrikaları ya kapanıyor ya yurt dışına göçüyor. Bunun bedelini kim ödüyor? Orada çalışan işçiler ödüyor. Ama bir taraftan da işçiler, emekçiler direnmeye devam ediyor. Bu vesileyle Digel Tekstilde direnen kadın işçileri, Smart Solar'da hakkını arayan işçileri ve onların onurlu direnişlerini selamlıyoruz. Başarılar diliyoruz. Yanlarında olduğumuzu belirtmek istiyorum. Bu ülke emeğin sömürülmediği, yoksulluğun kader olmadığı bir ülke olabilir. Her yurttaşın insanca yaşayabildiği bir ülke olabilir. Yeter ki halktan, haktan, emekten yana bir düzen kurulsun. Karar bizim. Emeğin hakkını, halkın iradesini ve herkes için onurlu yaşamı güvenceye alan düzeni birlikte kurana kadar mücadele edeceğiz. Mücadele etmemiz gerekiyor.

Sudan’da yaşanan soykırımı kınıyoruz

Dünyanın birçok yerinde katliamlar, sürgünler, büyük acılar ve kan akmaya devam ediyor. Ortadoğu'da çatışmalar yayılıyor. Afrika'da da iç savaşlar kıtayı kan gölüne çeviriyor. Sudan'daki gelişmeler çok kaygı verici. Geçtiğimiz hafta Sudan'ın El Faşir kentinde yaşanan soykırım aslında hegemonik güçlerin Afrika'ya dayattığı politikaların bir sonucudur. Bu yaşananları en sert en sert şekilde kınadığımızı belirtmek istiyorum. 

Afrika'da savaşı körükleyen değil, barışın etkisini yaratacak politikalar hayata geçirmelidir

Yüzyıllar boyunca Batı sömürgesinden kurtulmaya çalışan Afrika halkları bugün küresel hegemonyanın çıkar mücadelesinin sahasına dönüştürülmüştür. Bölgede toplumsal, etnik, inançsal farklılıklardan kaynaklanan çelişkiler bilerek derinleştirildi. Kıta kan pahasına çıkar hesaplarının yürütüldüğü bir alana dönüştü. Tıpkı 1994'te Ruanda'da Hutular ile Tutsilerin sömürgeci politikalarla düşmanlaştırıldığı ve bunun nelere mal olduğunu acı bir şekilde gördüğümüz gibi bugün Sudan'da yaşananlar da benzerdir. Farklı gruplar arasındaki siyasi husumetler derinleştirildi. Her iki taraf da farklı güç odakları tarafından silahlandırıldı. Ortaya çıkan tablo soykırım eşiğidir. Sonra hegemonik güçler çıkıp ne diyor? “Saldırıları kınıyoruz, kaygıyla izliyoruz”. Zaten yaptıkları başka bir şey yok. Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür ki hem bölgeyi soykırım pahasına silahlandıracaksın hem de inançlar ve halklar arasındaki çelişkileri derinleştireceksin. Verdiğin silahlar yüzünden halk soykırıma uğrayacak ama sen kınamakla yetineceksin. Sudan'da, Afrika'nın birçok bölgesinde değerli madenler uğruna halklar karşı karşıya getiriliyor. Bu ikiyüzlülüğe derhal son verilmelidir. Afrika'da savaşı körükleyen değil barışın etkisini yaratacak politikalar hayata geçirmelidir. Yüzlerce yıldır kan, savaş ve gözyaşından kurtulmayan Afrika'nın üzerindeki sömürgeci eller çekilmelidir. Afrika artık huzura kavuşmalıdır. 

Özgür, eşit, parasız ve anadilinde eğitim mücadelesinde gençleri destekliyoruz

6 Kasım, 12 Eylül'ün ürünü olan YÖK'ün üniversiteleri karanlığa hapsetmesinin yıl dönümü. 44 yıldır bilimsel özgürlük, akademik özerklik boğuluyor. Gençlerin söz hakkı gasp ediliyor. Akademisyenler ihraçlarla, öğrenciler gözaltı ve disiplin cezalarıyla susturuluyor. Üniversiteler fikir üreten değil, iktidara biat eden yapılara dönüştürülmek isteniyor. Öğrenciler düşük burs, yüksek kira, yetersiz yurt ve geleceksizlikle boğuşuyor. Liyakatsizlik ve torpil ülkede yaygın. YÖK ve iktidar, gençliği tehdit olarak görüyor. En son Hacettepe'de palalı ve satırlı saldırıda bulunan saldırganlar korundu. Dayanışma gösteren öğrenciler cezalandırıldı. DEM Parti olarak gençlerin yanında olduğumuzu bir kez daha belirtiyoruz. Özgür, eşit, parasız ve anadilinde eğitim mücadelesinde onları desteklediğimizi, bizim de bunları savunduğumuzu belirtmek istiyorum. Gündüz ortası üniversitede kaybettirilen Rojinlerin, Gülistan Dokuların kaybolmadığı bir gelecek kuruncaya kadar bize rahat yok.

Kimse bu ülkede tek başına değil, çünkü DEM Parti var

Son olarak da cezaevindeki ve sürgündeki arkadaşlarımız; açlıkla boğuşan milyonlar, ezilenler ve tüm mazlumlar çok iyi bilsin ki mücadelemiz onların özgürlüğü ve sofralarının bereketi içindir. Bunu sağlayıncaya kadar 7/24 bütün arkadaşlarımızla birlikte çalışacağız. Kimse bu ülkede tek başına değil, çünkü DEM Parti var. Ezilenlerin, emekçilerin, öğrencilerin, hak arayanların yanında duran bir zemin var. Bu vesileyle hepinizi saygıyla ve sevgiyle selamlıyor, mücadelemizde başarılar diliyorum. 

4 Kasım 2025