
Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis'te düzenlediği basın toplantısında güncel gelişmeleri değerlendirdi. Koçyiğit, şunları söyledi:
Bu hafta Genel Kurul’a Suriye, Irak ve Lübnan tezkereleri gelecek. Tam da barışı, silahsızlanmayı, çatışmasızlığı konuştuğumuz bugünlerde iktidarın yeniden Meclis’e bir savaş tezkeresi getirmiş olmasına özel olarak dikkatlerinizi çekmek istiyoruz. Bu tezkereyle Türkiye’nin hem Suriye hem de Irak’ta asker bulundurmasının süresi uzatılmak isteniyor. Hatta yeni askerler görevlendirilmek isteniyor. Bunu kabul etmek mümkün değil. Bu tezkerelerin mantığı her ne kadar ülkenin güvenliği olarak nitelendirilse de en nihayetinde başka ülkelerin iç işlerine müdahaledir. Bu anlamıyla hem meşru hem de hukuki olmadığının altını çizelim. Devletin, iktidarın genel bir yaklaşımı var. Güvenlik konsepti ve algısı var. Bu algıyı da yıllardır topluma anlatarak kendilerince gerekçelendirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Oysa ki bugüne kadar savaş tezkerelerinin de güvenlikçi politikaların da ne Türkiye’deki sorunları ne de bölgesel sorunları çözemediğini; aksine sorunları daha da derinleştirdiğini, hatta neredeyse bölgeyi büyük bir kaosa ve şiddet sarmalına sürüklediğini hep beraber görüyoruz.
Bu süreç ile Meclis’e getirilen tezkereler uyumsuzluk içinde
İşte en son Gazze’de ve Lübnan’da yaşananlara, geçmiş dönemde Libya’da yaşananlara, Irak’ta yaşananlara baktığımızda; güvenlikçi anlayışın hem uluslararası güçler açısından hem de bölge ülkeleri açısından bir çıkmaz olduğunu ve bu çıkmazın ancak ve ancak barış, diyalog ve müzakere yoluyla ve halkların taleplerine kulak kabartarak aşılabileceğini binlerce kez ifade ettik. Ama bu tezkere vesilesiyle bir kez daha ifade etmek istiyoruz. Bir de tabii Türkiye'de yürüyen bir süreç var. Geçen yıl 1 Ekim'de başlayan ve çok kritik eşikleri geride bırakan bir sürecin içerisindeyiz. Fakat bu süreç ile Meclis’e getirilen tezkerelerin uyumsuzluk içinde olduğunun; bunun sürecin ruhunu yakalamaktan uzak olduğunun, sürecin ruhunu çeldiğinin altını da çizmemiz gerekiyor. Şimdi tezkerede şöyle bir ifade var: “Suriye yönetiminin gereksinimleri”. Peki, Suriye yönetiminin gereksinimleri ile Suriye halkının gereksinimleri aynı mıdır? Bunu buradan sormak istiyoruz. Dikkate alınması gereken Suriye yönetiminin gereksinimleri midir? Yoksa Suriye'de yaşayan Kürtlerin, Arapların, Êzidîlerin, Dürzilerin, Arap Alevilerin gereksinimleri midir? Bunu hep beraber sormamız gerekiyor. Bizim açımızdan tabii ki halkların gereksinimi temel olandır. O da demokratik ve birleşik bir Suriye'dir. Demokratik birleşik bir Suriye'nin inşa edilmesi ve kurulmasıdır. Fakat bu bakış açısından Türkiye'nin çok uzak olduğunu görebiliyoruz.
İktidarın Suriye’yi kendi uzantısı gibi ele alan yaklaşımı kabul edilebilir değil
Şimdi bizim açımızdan esas olan nedir? Suriye halklarının geleceğini Suriye halkları belirler. Suriye halklarına rota çizilmesini, dışarıdan reçetelerle bir gömlek biçilmesini kabul etmiyoruz. Kimileri bunu kendi ekonomik çıkarları için yapıyor. Kimileri bunu güvenlik gerekçesiyle yapıyor. Ama en sonunda var olan bir hakikat var, o da Suriye'nin geleceğini her ülke kendisi açısından biçimlendirmek istiyor. Oysa ki esas olan Suriye'de yaşayan halklar ve onların nasıl yaşamak istedikleridir. Nasıl bir yönetim altında yaşamak istedikleri, nasıl bir birlik anlayışına sahip oldukları esas alınmalıdır. Ama ne yazık ki bu anlayıştan herkesin çok uzak olduğunu görüyoruz. Ve iktidarın Suriye'yi dizayn etmeye çalışan, Suriye'yi neredeyse kendi uzantısı gibi ele alan bir yaklaşımı olduğunu görüyoruz. Bunlar kabul edilebilir değil. Tabii tezkerede mantığa aykırı olan başka şeyler de var. Bu ülkede 27 Şubat'ta Sayın Öcalan’ın çağrısı olmadı mı? Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı. 12 Mayıs tarihinde, 5-7 Mayıs’ta yapılan kongreyi ve kongrede alınan kararları PKK ilan etmedi mi? 11 Temmuz'da PKK silahlarını yakmadı mı? Bütün bu soruları da sormamız gerekiyor. Ya da Suriye açısından baktığımız zaman, bugün SDG ile geçici hükümet arasında bir diyalog ve müzakere süreci yok mu?
İktidarın uygulamaları nedeniyle herkeste koskoca bir güvensizlik duygusu var
Entegrasyon süreci başlamamış mı? Alt komiteler kurulmamış mı? Bu komitelerin kurulmasına uluslararası güçler de destek vermiyor mu? Yine anladığımız basına yapılan açıklamalardan, aslında Türkiye'nin de bu sürecin bir parçası olduğuna dair beyanlar var. Peki, bütün bunları nereye koyacağız? Yani ortada bambaşka bir hakikat, bambaşka bir süreç var. Hepimizin desteklediği, ilerlemesi ve sonuç alması için elimizden gelen çabayı harcadığımız, neredeyse Türkiye halklarının yüzde 70’nin başarılı olsun diye destek verdiği bir süreç var. Ama iktidarın bu çelişik politikaları nedeniyle bir güvensizlik var. Bir taraftan Kürt sorununun demokratik çözümü için bazı adımlar atarken; diğer taraftan güvenlikçi politikaları devam ettirmesi, güven artırıcı adımları atmaması, hala hukuksuz tutuklamaları ve Demirtaş, Yüksekdağ, Kobanî Kumpas Davası tutsakları, Kavala ve diğer bütün Gezi tutsakları açısından cezaevindeki rehine pozisyonunu devam ettirmesi ve kayyım uygulamaları nedeniyle herkeste koskoca bir güvensizlik duygusu var.
Güvenlikçi yaklaşımlar yerine barışçıl bir paradigmayı esas almak gerekiyor
Suriye tezkeresi işte bu güvensizlik duygusunun tuzu biberi olmuş oluyor. Bütün bu anlayışı, bütün bu çelişik durumları kabul etmenin mümkün olmadığını ifade etmemiz gerekiyor. Şimdi açık ve net söyleyelim: Türkiye bir yol ayrımındadır. Bölge politikasını barış ekseni üzerine mi kuracak? Dış politikasını halklarla eşit, özgür, demokratik bir ilişki ekseninde mi oturtacak? Yoksa geçmişteki kodlarla ve güvenlikçi perspektifle mi yine devam edecek? Bu güvenlikçi perspektif nedeniyle her yere müdahale etme hakkını kendisinde görecek ve halklar açısından yıkıcı sonuçlarının açığa çıkmasına mı neden olacak? Temel mesele budur. Kendi iç barışını sağlamış, kendi Kürt sorununu demokratik yollarla çözmüş, demokratik bir Türkiye'ye kapı aralamış ve Türkiye'de kurduğu barış nedeniyle de bölge barışına ve istikrarına katkı sunmuş bir Türkiye mi? Bütün sorun burada kilitli. Tezkerelerin çözüm olmadığını, güvenlikçi perspektifinin çözüm olmadığını çok söyledik. Bundan sonra da söylemeye devam edeceğiz. Bu güvenlikçi yaklaşımlar yerine barışçıl bir paradigmayı, diyalogu, müzakereyi mutlaka ama mutlaka esas almak gerekiyor. Ortadoğu halkları ve Türkiye halkları çok acı çekti, çok kan gördü, çok gözyaşı akıttı. Artık daha fazlasına hiç kimsenin ne tahammülü var ne de ihtiyacı var. Türkiye Cumhuriyeti Devleti eğer ikinci yüzyılında kendisine bir ilke rehber edinecekse bu ilke barış ve demokrasi olmalıdır; birlikte yaşam ilkesi olmalıdır. Eşit, özgür, demokratik bir yaşamın hayata geçirilmesi olmalıdır. Biz buradan bu çağrımızı bir kez daha yapıyoruz ve tezkereye de Genel Kurul’da hayır oyu kullanacağımızı ifade ediyoruz. Bugün barışı esas alan ve demokrasiyi kılavuz edinen her partinin, ülkenin barışçıl demokratik geleceğine emek vermek isteyen her kesimin de bu tezkereye hayır oy kullanması davetimizi de yapıyoruz.
2026 bütçesi halkın değil Saray’ın ve sermayenin bütçesidir
Burada her konuştuğumuzda, ülkenin ekonomik yıkımını konuşuyoruz. 2026 bütçesi Maliye Bakanlığına sunuldu ve perşembe günü de Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz gelip sunum yapacak. 2026 bütçesi geçmişteki bütçelerden farklı mı? Ne yazık ki değil. Halkın değil, yoksulun değil, kadının değil, gencin değil, çocuğun değil. Kimin bütçesi? Saray’ın, sermayenin, yandaşın, rantın, talanın ve faizin bütçesini yeniden allayıp pullayıp süslü rakamlarla önümüze getirecekler. Daha önceki yıllarda pandemi diye bu faiz bütçesini savunuyorlardı. Sonra deprem diye gerekçe uydurmaya çalıştılar. Bakalım bu yıl bize hangi gerekçeyi sunacaklar? Yoksuldan çalıp zenginin cebine koydukları bütçe hakkında bizlere ne diyecekler? Gerçekten biz de merak ediyoruz. Bu ülke, okula aç gidip gelen çocukların ülkesi; yoksulluk nedeniyle, sosyo-ekonomik durumları iyi olmadığı için suça sürüklenen çocukların ülkesi. Bu ülke, umudu kalmadığı için yurt dışına kaçıp orada yaşama tutunmaya çalışan gençlerin ülkesi. Bu ülke artık ailesinden harçlık alamadığı için part-time okula gidip full-time çalışan öğrencilerin, üniversite öğrencilerinin ülkesi. Çöpten ekmek toplayanların, giderlerini karşılayamadığı için traktörünü satan çiftçilerin, yoksulların ülkesi. Üretemeyen hayvan üreticisinin, zeytini yerinden sökülüp başka yere taşınan köylünün ülkesi. Evet, bu manzaranın kendisi bizim manzaramız.
Bütçenin yüzde 11,4’ü savunma harcamalarına gidiyor ama sorduğumuzda “savaşta değiliz” diyorlar
Diğer tarafta ne var? Yatına katına kat katanların, paradan para kazananların, gününü gün edenlerin olduğunu çok iyi biliyoruz. İşçiden, emekçiden, yoksuldan kaçırılan bir bütçeyle yeniden karşılaştığımızı ifade edelim. Bütçeler halkın en temel hakkıdır. Bütçe hakkı bugünün değil, binlerce yılın hakkıdır. Bugün Türkiye’de bütçe hakkını kullanabiliyor muyuz? Hayır, kullanamıyoruz. Bazı bürokratlar, teknokratlar Saray’da oturup yazıyorlar: “Şu kalem şuraya, bu kalem buraya”. Peki, para kimin? Para bizim. Para halkın. Vergilerimizi topluyorlar. Dolaylı vergileri yaymışlar yayabildikleri kadar tabana. Simitten tutalım küçücük bir poşete kadar vergi ödüyoruz. Ama birilerinin yatı var, katı var. Maşallah vergiden de muaflar. Hiç onlara dokunmuyor. Böyle bir vergi adaleti olabilir mi? Hayır, olamaz. Ama şimdi yeniden vergi ile ilgili düzenleme yapmayı düşünüyorlar. 2026 bütçesinden bir iki rakam paylaşmak istiyorum. Bütçe açığı ne kadar? 2026 yılında 2.713.000.000.000 TL. Bütçe açığının giderleri oranı yüzde 14,33. Faiz giderleri 2.742.000.000.000 TL. Savunma harcamaları 2.155.000.000.000. Bunun iç güvenlik harcamaları 953.000.000.000.000. Dolar olarak bir de söyleyelim. 51 milyar 500 milyon dolar. Savunma harcamalarının giderleri oranı yüzde 11,4. Söylediğim sağlık değil, eğitim değil, insanların refah payı değil savunma harcamaları. Bu ülkenin bütçesinin yüzde 11,4’ü savunma harcamalarına gidiyor. Sorduğumuzda, “hayır, savaşta değiliz” diyorlar ama bütçemizin çok önemli bir kısmı savunma harcamalarına harcanıyor. Ama bu ülkede çocuklar bir simit alamıyor, bir ayran alamıyor. Sorsanız hiçbir sorun yok.
Kafasını kuma gömmüş bir bütçeyi önümüze getirmişler ve bize onaylatmak istiyorlar
2025'e kıyasla bütçe açığında %40,5, faiz giderlerinde %40,6, savunma harcamalarında ise %34 artış görünüyor. Yani bunlar da yetmemiş. Daha da artacak, artacak. Bunlar neyin göstergesi? Aslında sermayeden ve savaş politikalarından beslenen bir iktidarın tamamen böyle bilançolara yansımış hali. Bilançolar sadece rakam değildir. Bütçeler aynı zamanda o iktidarın tercihlerini gösterir. Ülkemizdeki tercihlerin yoksuldan ve halktan yana değil, yandaştan ve sermayeden yana olduğunu bu bütçe gerçekleşmeleri çok iyi bir şekilde bize gösteriyor. Bu bütçenin kabul edilemez bir bütçe olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bir de bu bütçe ne zaman geliyor? Kürt sorununda demokratik çözüm imkanlarının açığa çıktığı bir dönemde geliyor. Sanki 27 Şubat çağrısı olmamış, sanki fesih kararı olmamış, sanki bütün bunlar tartışılmıyormuş gibi kafasını kuma gömmüş bir bütçeyi önümüze getirmişler ve bize onaylatmak istiyorlar. Bu kabul edilemez.
Halktan çaldıklarını, halktan kaçırdıklarını halkın bilmesini istemiyorlar
Yine Plan ve Bütçe Komisyonuna 36 maddelik bir vergi kanunu düzenlemesi geldi. Torba yasa anlayışından vazgeçmeyen bir iktidar anlayışı var. Torba ara sıra çuval oluyor. Yakında hangara bağlayacaklar bu yasaları onu da biliyoruz. Torba yasa yönteminin nitelikli bir yasama faaliyetini ortadan kaldırdığını çok söyledik. Birbirine benzemeyen onlarca kanun maddesinde değişiklik içeren bir meseleyi getirip torbaya koyuyorsunuz. Ama getiriyorlar, hızlı bir şekilde geçirmek istiyorlar. Peki, niye torba kanunu tercih ediyorlar? Çünkü halktan çaldıklarını, halktan kaçırdıklarını halkın bilmesini istemiyorlar. Halkın vekillerinin de yoğunlaşmasının, her bir maddeye ilişkin hakkını vererek muhalefet etmesinin önüne geçmek istiyorlar.
Emekçinin sırtındaki vergi kamburunu kaldıracak vergi reformuna ihtiyaç var
Bu ülkedeki vergi sisteminin adaletsiz olduğunu sanırım bilmeyen yoktur. Sokakta herhangi bir emekliyi çevirin söyler. Bu ülkede zenginler vergi ödemiyor, vergi tabana yayılmış. Bütün bütçenin yükü yoksulun, çalışanın, emeklinin sırtına yüklenmiş durumda. Ama bunun karşısında şirketlere sürekli imtiyaz üzerine imtiyaz tanınıyor. Vergi istisnaları bir rutine dönmüş durumda. Emekçinin sırtındaki vergi kamburunu kaldıracak gerçekten bir vergi reformuna bu ülkenin ihtiyacı var. Ama vergi reformu da böyle palyatif madde madde getirip bir gün orasını bir gün burasını değiştirerek olmaz. Bu ülkenin bir vergi reformuna ihtiyacı var. Halktan yana, yoksuldan yana, emekçiden yana bir vergi reformuna ihtiyacı var. Servetin ve gelirin vergilendirilmesi gerekiyor. Ama gelir vergilendirilirken de vergi dilimlerinin adaletli olması gerekiyor. Özellikle rant ve sermaye kesimlerinin gerçekten ekmeğini yedikleri, bütün gelirini ve servetini elde ettikleri bu topraklara borçlarını, vergilerini ödemeleri gerekiyor.
Sınırlı bir azınlığın büyüme halini hızla durdurmak gerekiyor
Emekçilerin ödediği gelir vergisi geçen yıla göre ne kadar artmış biliyor musunuz? %91,6. Yanlış duymadınız. Peki, şirketlerin ödediği kurumlar vergisi ne kadar artmış? Sadece %28. Aradaki uçurumun ne demek istediğimizi çok iyi anlattığını düşünüyoruz. Ülkenin kaymağını, ülkenin bütün gelirini sömüren, talan eden bir kesim var. Resmen vampir gibi bütün ülkenin gelirini emiyorlar. Yoksullar, emekliler hiç umurlarında değil. Şimdi yeni tasarıyla kira gelirlerinden, sigorta primlerinden araç alım-satım ücretlerine kadar birçok alanda yeni vergi yükleri getiriliyor. İstisnalar kaldırılıyor, yeni harçlar konuluyor. Hükümet bu düzenlemeyle de en az 250 milyar TL ek gelir toplamayı hedefliyor. Peki, bütün bu toplanan paraları nereye harcıyorlar? Demin zaten söyledim. O anlamıyla, gerçek anlamda sefaleti engelleyecek bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Yoksullar, bu ülkede yaşayan halklar refahtan pay alamıyor. Her gün "büyüyoruz, büyüyoruz” diyorlar. Hakikaten de büyüyor, yani birileri büyüyor. Birilerinin bilançoları büyüyor. Birilerinin kasa rakamları büyüyor. Ama bu büyümenin altında milyonların ezildiğini, milyonların emeğinin olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu asimetrik büyümeyi, yani milyonlar yoksullaşırken çok küçük sınırlı bir azınlığın büyüme halini hızla durdurmak gerekiyor. Gelirde adalet olmayan, refahtan pay dağıtmayan bir ülkede bütün sosyal dengeler bozulur. Bütün ekonomik dengeler bozulur. Bunun çok uzun erimli sonuçlarını siyasal, sosyal ve ekonomik olarak görüyoruz. Bundan sonra da göreceğiz. Biz ne diyoruz? Dolaylı vergilerin azaltılması gerekiyor. Servet ve rant vergilerinin getirilmesi gerekiyor. Gelir dilimlerinde adil bir düzenleme hızla getirilmeli ve vergi harcamaları adı altında yandaşa aktarılan kaynakların da kesilmesi gerekiyor. Gerçek anlamda bir vergi reformunun hızla hayata geçirilmesi gerekiyor.
Gelecek yasa, milli parkları ranta açmanın ve yandaşa aktarmanın formülü
Milli parklarla ilgili de bir yasa geldi biliyorsunuz. Bu hafta da Genel Kurul’a getirilecek. 2872 Sayılı Çevre Kanunu, 2873 Sayılı Milli Parklar Kanunu, 4915 Sayılı Kara Avcılığı Kanunu ve 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede değişiklik öngörülüyor. Milli parkları ranta açmanın, yandaşa aktarmanın, yapılaşmaya açmanın formülüdür bu yasanın kendisi. Kimse bize süslü sözler söylemesin. Ya göz dike dike her yere göz diktiler. Sınırınız nedir? Hükümete sormak istiyoruz. Ne dağ kaldı, ne taş kaldı, ne kıyı kaldı, ne sahil kaldı. Hiçbir şey kalmadı. Şimdi en son milli parklar kalmıştı. Koruma altında ama ona rağmen yapılaşmaya açılıyor. Biliyorsunuz 1986'dan beri devam eden bir Simpaş meselesi var. Simpaş'ı Marmaris'teki milli park alanına yaptılar. Onlarca idari durdurma davası verildi ama hala devam ediyor. Çünkü gittiğinde 18 milyar TL değerinde bir olay çıkacak ortaya. Yani birileri zengin olsun diye ortak yaşam alanlarımızı, dağlarımızı, tepelerimizi, ormanlarımızı yok etmeye çalışan bir anlayış var. Kamu mallarını, kamu varlıklarını korumak ortak kolektif bir sorumluluktur. Bunu sadece çevreciler, ekolojistler söylüyor, biz söylüyoruz. Ya bu ülkede yaşayan AKP'liler bu milli parklara hiç mi üzülmüyorlar? Gerçekten merak ediyoruz. 3-5 kişi oraya otel yapacak diye, yok dağ evi yapacak diye. Nedir bu telaşınız ya? Birilerine peşkeş çekmek için bu ülkede yaşayan halkların ortak değerlerini, ortak yaşam alanlarını niye talan ediyorsunuz? Bu soruyu buradan sormak istiyoruz iktidara. Bu düzenlemenin herhangi bir yerinde çevresel etki değerlendirmesine (ÇED) ilişkin bir ifade var mı? Yani buralar yapılaşmaya açılırsa öncesinde, sonrasında bir ÇED değerlendirmesi yapılacak mı? Yok. Ya ÇED’e ne gerek var? Müteahhitler bekler mi? Yandaş adam o kadar para basmış ve orada otel yapmak istiyor. Bir de gidecek 3 saat, 5 saat, 10 gün ÇED ile uğraşacak. Şimdi olur mu ya? Bu kadar bürokratik işle uğraştırmayalım yandaşımızı. Hızla açalım arsayı, verelim. İşte böyle bir anlayışın yasasını yapmışlar. Süslü sözlerine bakmayın. Ruhu doğanın sömürüsüne dayanıyor. Öncelikle bilim insanlarından, ekolojistlerden, orada yaşayan yöre insanından ve en önemlisi de muhalefetten görüş almadan yasa yapıp önümüze getirmekten AKP artık vazgeçmelidir. Milli parkların talan edilmesi yasasının geri çekilmesini istediğimizi de ifade edeyim.
11. Yargı Paketi gerçek anlamda insan haklarına aykırı
Değerli basın emekçileri, biliyorsunuz 11. Yargı Paketi sızdı. “Henüz resmi olarak bize gelmedi” diyor AKP hükümetinin yetkilileri. Adalet Komisyonu Başkanına da sordum. Ama sızan hali gerçekse eğer gerçekten durum vahim. Yani bu bir AKP taktiğidir: Önce sızdırırlar ve kamuoyunu yoklarlar, tepkileri görürler. Ondan sonra da o yasayı resmi zeminlere taşırlar. Çok açık ve net söyleyelim ki biz bu sızan taslağın resmileşmesini dahi kabul etmiyoruz. Gerçek anlamda insan haklarına aykırı bir düzenleme taslağını hep beraber gördük.
Şimdi özellikle taslakta yer alan “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışlara 3 yıla kadar hapis cezası” öngören hükümler, yalnızca ifade özgürlüğüne değil yurttaşların varoluşlarına da kast eden bir yaklaşımdır. Başta LGBTİ+’lar olmak üzere, toplumsal cinsiyet kalıplarına aykırı yaşayan herkesin hem kamusaldaki hem özel alandaki varoluşlarını cezalandırma potansiyeli taşıyan bir yasadır. Uluslararası sözleşmelere ve Anayasaya aykırı ama buna rağmen getirilmek istendiğini biliyoruz. Benzer yasalar Rusya’da da var. AİHM’in Rusya’daki uygulamalara karşı aldığı kararlar ortada. Dönüp hükümeti onlara bakmaya davet ediyoruz. Ayrıca eşit yurttaşlık meselesi, ifade özgürlüğünü ve insan onurunun temelini esas alır. Yani eşitlik meselesini sadece birbirine benzeyenlerin eşitliği olarak değerlendiremeyiz. Bu ülkede yaşayan her bir yurttaşın, her bir varoluşun eşit ve özgür yaşama koşullarından bahsediyoruz. Bunu ihlal eden her şeyin insan haklarını ve evrensel ilkeleri ihlal ettiğinin de altını çizmemiz gerekiyor. O anlamıyla açık ve net söyleyelim. Bu sızan teklife karşı muhalefet etmeye henüz resmileşmeden başlıyoruz ama dediğimiz gibi asla resmileşmesini kabul etmiyoruz.
Teklif çocuğun üstün yararına aykırı bir düzenlemedir
Yine sızan pakette bir şey daha var, özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Bazı davalar üzerinden de çok gündem olmuştu. Suça sürüklenen çocuklara ağır cezaların verilmesi. Açık ve net söyleyelim. Bir ülkede suçlu çocuk yoktur diyoruz değil mi? Bu temel bir ilke. Suça sürüklenen çocuk vardır. Peki, bu ülkede bu kadar çok fazla, özellikle de ağır suçlara çocuklar neden sürükleniyor? Bu devlet nerede? Bu sistem nerede? Aklına bir tek çocuklar suç işledikten sonra mı geliyor çocuklar? Suç önleme görevi ve sorumluluğu kimin? Toplumun değil mi? Devletin değil mi? Bu ülkenin bir çocuk bakanlığı yok. Ülkede yoksulluk nedeniyle her gün çocukları istismar eden çeteler gerçeği ortadayken; bu çetelere savaş açmak ve bu çeteleri ortadan kaldırmak yerine 15-18 yaş arası çocukların işledikleri suçlarda ceza indirimini ortadan kaldıracak bir hükmün getirilmesi, çocuk haklarına ve çocuğun üstün yararına aykırıdır. Bu asla ama asla kabul edilemez. Ne daha fazla ceza ne daha fazla hapishane çocukları suçtan korur. Bebeklikten başlayıp 18 yaşına kadar gelinceye kadar bütün bir sorumluluğun toplumda, devlette, ailede olduğu gerçeğini görmemiz gerekiyor. Suçu önleyecek mekanizmaları konuşmamız gerekiyor. Çocukları gerçekten sistemsel olarak korumamız gerekiyor. Sistemsel bir koruma olmadığı için çocukların suç işlemesini sonuçlar üzerinden tartışmayı bir zul sayıyoruz. Bu ülkenin en büyük handikabı bu. Hiçbir şeyin nedenini konuşmuyoruz, hiçbir şeyin nedenine eğilmiyoruz. “Bu neden açığa çıktı?” sorusunu bu ülkede kimse sormuyor. Sorduracak siyasal ve toplumsal iklimi de yok ettiler. Bir cinayet oluyor, bir olay oluyor ve sonuçları üzerinden kıyamet koparılıyor. Büyük büyük kampanyalar yapılıyor ve iktidarın kendisi de bu kampanyalara esir oluyor. Çözüm, 15-18 yaş arası çocukları cezalandırmak değil; çocukları suçtan koruyacak, onların suça sürüklenmesini engelleyecek mekanizmaların hızlı bir şekilde devreye girmesidir. Çocuk yoksulluğunu, çocukların yaşadıkları travmaları, cinsel tacizi ve istismarı, yatağa aç giren çocuk gerçeğini, çocuk emeği sömürüsünü konuşmadan; çocukları daha fazla cezalandıracak, daha fazla cezaevinde tutacak bir uygulamayı konuşmayı zul sayıyoruz. Her birimiz yetişkin ebeveynleriz, her birimiz yetişkiniz. Bu çocuklara karşı sorumluluğumuz var. Sorumluluğumuz onları daha fazla cezaevinde tutmak değil. Cezaevlerini ortadan kaldırıp suça sürüklenen çocuk oranını minimize edecek toplumsal, siyasal, ekonomik önlemleri almaktır. Bu önlemlerden kaçarak, kafamızı kuma gömerek ne yazık ki yol alamayız. Daha fazla ceza değil; daha fazla koruma, daha fazla destekleme, daha fazla emek vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
SORU: 5. toplantı geride kaldı. Komisyonda bundan sonraki süreç nasıl ilerleyecek?
Geçen haftaki oturumun son oturum olmasını bekliyorduk. Daha önce Meclis Başkanı ve koordinatör grup başkan vekilleriyle böyle konuşulmuştu. Bu hafta içinde MİT Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Adalet Bakanının gelip bir sunum yapması ve bunun da nihai bir oturum olması hedefleniyordu. Ama anladığımız kadarıyla bu hafta bakanların takvimi uymadığı için, yani çalışma takviminde bir sıkıntı olduğu için bu hafta muhtemelen komisyon toplanamayacak. Bize gelen bilgi bu yönde. Bir sonraki hafta en azından bu durumda dinlenmelerini bekliyoruz. Daha sonra da raporun yazılması gerekiyor. Ön rapor, ara rapor, herkesin farklı bir nitelendirmesi var ama rapor yazılacak. Rapor Genel Kurul’a gönderilecek ve böylelikle de en azından komisyonun ilk çalışması da tamamlanmış olacak.
SORU: Kıbrıs seçimlerinden Ankara’nın desteklediği aday kazanamadı. Devlet ve federasyon yarışı oldu diyebiliriz. Seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Diyarbakır'da yaşanan görüntülerde iktidardan sert açıklamalar geldi. Ömer Çelik, "sürece yönelik sabotaj" dedi. Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Kıbrıs'taki seçimlerin Kıbrıs halkına hayırlı uğurlu olmasını diliyorum. Kıbrıs'ta çözüme vesile olması dileğimizi paylaşıyoruz. Önemli olan şudur. Demokrasi gerçekten önemli bir şey ve demokrasinin en önemli göstergesi de seçimlerdir. O anlamıyla Kıbrıs halkının teveccühü bu yönde olmuşsa biz bunu olumlu görüyoruz. Sandıktan çıkan her irade bizim açımızdan da kabuldür. Biz tebriklerimizi iletiyoruz. Kıbrıs'ta yaşanan soruna Kıbrıslıların karar vermesi lazım. Çözümün gerçekten nasıl olacağını Kıbrıslıların oturup konuşması gerekiyor. Çözümü desteklediğimizi, Kıbrıs'ta gerçekten kalıcı çözüm için herkesin emek vermesi gerektiğini ifade edelim. Artık bu sorunları aşmak açısından çokça imkanın olduğu bir dönemde, bir eşikteyiz diye düşünüyoruz. Yeni yönetimin de Kıbrıs'taki sorunu aşacağına ve Kıbrıs halkının istediği doğrultuda Kıbrıs sorununu çözeceğine dair en azından bir temennide bulunmuş olalım. Tekrardan hem Sayın Cumhurbaşkanını kutluyoruz hem de demokratik olgunlukla gerçekleşen seçimler dolayısıyla Kıbrıs halkını tebrik ediyoruz.
Diğer bir meseleye gelince, tabii herkesin diline ve sözüne dikkat etmesi gerekiyor. Sonuçta önemli bir süreci yürütüyoruz. Önemli bir süreçte kritik eşikler geride kaldı. Bunun tek taraflı değil karşılıklı olması gerektiğinin de altını çizelim. Hassasiyetler karşılıklıdır. Dil düzeltilmesinin karşılıklı olması gerekir. Herkesin gerçekten diline dikkat edeceği, sürece zarar verecek dilden ve yaklaşımdan uzak durması gereken önemli bir süreci yürütüyoruz. Sonuçta barışımızı, Türkiye halklarının geleceğini konuşuyoruz. Her birimizin daha fazla özenli olması gerektiğinin de altını çizmek isterim.
SORU: Bir anlamda bir özeleştiri mi bu sözleriniz?
Bana yönelik eleştirilere yanıt vermiştim aslında. Ama bir kez daha söyleyelim. Şimdi orada sehven çıktığı çok açık olan bir cümle var. Sehven çıktığını da herhalde o konuşmayı dinleyen herkes söyleyecektir. Zaten “gencecik ceset” diye bir niteleme olmaz. Aslında o kayıplardan dolayı duyulan üzüntü ifade ediliyor. Ama buna rağmen bu sözden dolayı incinen herkese üzüntülerimi iletmiştim. Bir kez daha bu vesileyle iletmiş olayım. Ama burada gerçek anlamda süreçleri manipüle etmeden, sözcükleri dezenforme etmeden niçin, ne zaman ve ne amaçla söylendiğine odaklanmamız gerekiyor. Kelimelere takılırsak çok şey konuşabiliriz en nihayetinde. Kelimelerden ziyade öze odaklanmak gerekiyor. Biz barış ve demokrasi istiyoruz. Bu ülkedeki halkların, gencecik insanlarımızın, gencecik evlatlarımızın yitip gitmesini istemiyoruz. Bunun altını çizelim. Bunun için emek veren herkese müteşekkiriz. Biz de emek veriyoruz. Bu ülkede tek bir insanın dahi burnunun kanamaması için mücadele ettik. Bundan sonra da etmeye çalışacağız. Ama bu mücadele dediğimiz gibi sadece bizim omuzlarımıza yıkılacak bir mücadele değildir. Herkesin sorumluluğu var. İktidarın da sorumluluğu var. Ana muhalefet partisinin de sorumluluğu var. Diğer muhalefet partilerinin de sorumluluğu var. Çözüm karşıtlarının sözünü büyütüp barış, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve çözüm isteyenlerin sözünü çarpıtmak, kadükleştirmek hiç kimseye fayda sağlamayacaktır diye düşünüyoruz. O anlamıyla bir kez daha söyleyelim. Bundan dolayı incinen herkese üzüntülerimi bir kez daha ifade etmek isterim. Sanırım kastımın öyle olmadığını da her vicdan sahibi insan teslim edecektir.
20 Ekim 2025