Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit’in 2026 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi görüşmelerinde yaptığı kapanış konuşması:
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri ve ekranları başında bizleri izleyen değerli Türkiye halkları; başta siyasi saiklerle özgürlüklerinden mahrum bırakılan tüm tutsaklar olmak üzere; eşitlik, adalet, demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bedel ödeyen herkesi saygıyla selamlıyorum. Yine temel hakları için hayatın aktığı her yerde direnen emekçi halklarımızı; erkek egemen politikalara karşı yaşamlarını ve özgürlüklerini savunan kadınları; geleceksizliğe mahkûm edilmek istenen ama buna boyun eğmeyen gençleri; onurlu bir yaşam mücadelesini her koşulda sürdüren tüm toplumsal kesimleri en içten duygularımla selamlıyorum.
Sözlerime başlamadan önce acı haberini aldığımız değerli yoldaşımız Yaşar Demir’i de buradan anarak başlamak istiyorum. Kendisi bizim Adana il örgütünde yıllardır mücadele eden çok değerli bir yoldaşımızdı. Ne yazık ki gece yarısını acı haberini aldık. Başta aileine ve Adana il örgütümüze başsağlığı dileklerimizi iletiyor, kendisine de rahmet diliyorum. Anısını mücadelemizde yaşayacak. Her daim onu ve mücadelesini hatırlayacağız.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, günlerdir iktidar temsilcileri iftiharla şunu söylüyor: “Bu, AKP iktidarlarının 24’üncü bütçesidir. Halkımız bize bu yetkiyi verdi.” Soruyorum; 24 defa bütçe yapan bir iktidar, mevcut sorunları nasıl olur da çözememiştir? Nasıl olur da sorunlar her geçen gün daha da büyümüştür? Asgari ücretlinin, emeklinin, kadının, çiftçinin, küçük esnafın, atanamayan öğretmenin, kademeli emeklilik bekleyenin, engellinin, mültecinin, gencin ve çocuğun sorunlarını çözmek için daha kaç bütçe, daha kaç yıl istiyorsunuz, çıkın söyleyin.
Çeyrek asırdır iktidardasınız ama hâlâ “yapacağız, edeceğiz” diyorsunuz. Madem yapacaktınız, neden yapmadınız? Kim ya da kimler engelledi? Bu anlayışla değil 24 bütçe, 224 bütçe hazırlasanız da nafile! Çünkü sorun bütçe sayısında değil; sorun, sizin yönetim anlayışınızda, zihniyetinizde ve politik tercihlerinizdedir. 2026 Bütçesi’nin tercihi çok nettir: Sermayeden, faiz lobilerinden, silahlanmadan ve yandaşlardan yana bir bütçedir önümüze getirdiğiniz. Halkın vergileriyle yapılan bütçe, halkın sorunlarını değil sermayenin, yandaşın, rantçıların sorunlarını çözüyor.
“İstikrar ve refah bütçesi” diyorsunuz. Evet, bir istikrar var: Faize ayrılan milyarlarda, savunma harcamalarında, yandaşlara köprü, otoyol ve şehir hastanelerine yapılan ödemelerinde büyük bir istikrar olduğunu biz de söylüyoruz. Halkın cebinden yandaş müteahhitlerin kasasına otoyol-köprü kurdunuz. İstikrarınız budur! 16 bin 881 liraya mahkûm edilen emekliye, açlık sınırının altında yaşayan asgari ücretliye, siftahsız kepenk kapatan esnafa, tarlasını ekemeyen çiftçiye, okula aç giden çocuklara, eve hapsedilen engellilere, emeği yok sayılan kadınlara, barınma ve eğitim hakkı elinden alınan gençlere bütçeden pay ayırmamakta da gayet istikrarlısınız!
“Refah bütçesi” diyorsunuz ama sosyal yardımlarla hayata tutunmaya çalışan 20 milyon yurttaşın kapısını bu refah hiç çalmıyor. Bu bütçenin halka vadettiği tek şey, daha derin yoksulluk, daha büyük eşitsizliktir. Vergi meselesine gelince… Hakkınızı yemeyelim açıkçası “halkımızı bir bütün unuttunuz” demiyoruz elbette. Evet hatırlıyorsunuz; Emekçileri, emeklileri, kadınları, gençleri hatırlıyorsunuz tabii ki; ama yalnızca vergi alınacaklar listesinde! Yani vergi alınacaklar listesine yazma zamanında. 2026 yılında yaklaşık 16 trilyon lira vergi toplanacak. Yurttaşlar; 3 trilyon 993 milyar lira KDV, 2 trilyon 532 milyar lira ÖTV ödeyecek. Yani yurttaşlar, günde yaklaşık 43 milyar lira, saatte 1 milyar 800 milyon lira, dakikada 30 milyon lira, saniyede 500 bin lira vergi ödeyecek! Bitmeyen kasa misali, her bir yurttaşa baktığınızda vergi görüyorsunuz, KDV görüyorsunuz, ÖTV görüyorsunuz.
Halkın sepetinde yoksulluk var; TÜİK’in sepetinde ise büyük bir çarpıtma var! Gerçek enflasyon mutfakta, pazarda ve ay sonunda gelen faturadadır. Türkiye, Avrupa’da gelir eşitsizliğinin en yüksek olduğu ülkedir. Her 10 kişiden 6’sı borçla yaşamaktadır. OECD ülkelerinde gıda enflasyonunda zirvedeyiz. Çiftçi ise borç batağında. Çiftçi borcu 1 trilyon lirayı aşmış ve artık üretim yapamaz hale gelmiştir. Bir dönemler buğday üreten çiftçi bugün halk ekmek kuyruğundadır. Çünkü bütçedeki pay çiftçiye, traktörün mazotuna, gübreye değil; silahlanma yarışındaki uçaklarınıza gidiyor. Nereye gidiyor peki bu vergiler silahlanmaya ve uçaklarınızın yakıtlarına.
Halkın borç tablosu çok açık ve net. Daha yakından bakalım. Kredi kartı borcu 2 trilyon 648 milyar liraya çıkmıştır. Takipteki alacaklar yüzde 133 artmıştır. İcra dosyası sayısı 25 milyona dayanmıştır. Toplum bir bütün icralık hale getirilmiş, koca bir borçlular ülkesi olmuş ama maşallah iktidar seyrediyor. “Büyüyoruz, uçuyoruz” diyorsunuz. Her gün bu hikayeleri anlatıyorsunuz. Bu hikayelerin gölgesinde açlık, yoksulluk ve güvencesizlik derinleşmektedir. Halk, kendi payına düşen milli gelirin nerede olduğunu soruyor. Gören, duyan var mıdır? Yoktur. Tablo ortadayken, 2026 Bütçesi’nin halkın sorunlarına çözüm üreten bir bütçeymiş gibi sunulmasını kabul etmiyoruz. Türkiye halkları da bu bütçeyi kabul etmiyor, etmeyecektir.
Sevgili kadınlar, DEM Parti siyaseti, kadınların eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesi üzerine kuruludur. Meclis çatısı altında stajyer kız çocuklarına yönelik ortaya çıkan sistematik istismar vakaları, bu ülkenin ve bu Meclis’in yüz karasıdır. Bu sürecin üstünün örtülmesine soruşturmanın adil, şeffaf ve etkin biçimde yürütülmesi için elimizden gelen çabayı sarf edeceğiz. Daha sonra da aynı şeylerin yaşanmaması için mekanizmaların kurulması yönünde mücadelemizi kararlılıkla sürdüreceğiz. Tavrımız nettir: Kadına yönelik şiddette, tacizde ve istismarda asla geri adım atmayacağız. Gülistan Doku’ya ne oldu, Rojin Kabaiş’e ne oldu? diye sormaya devam edeceğiz. Kadın yoksulluğu kader değil, bilinçli bir politik tercihtir. Önümüzdeki bu bütçe; kadınlar açısından derinleşen yoksulluğun ve sistematik ekonomik şiddetin bütçesidir.
2026 bütçesi; Şırnak’ta kayıp oğlunun akıbetini soran Bese Ana’nın adalet arayışını, Dilovası’nda güvencesiz çalışırken yaşamını yitiren 6 kadın emekçinin can güvenliğini, üniversiteli Neslihan’ın barınma sorununu, mevsimlik işçi Fatma’nın sömürüsünü, cinsiyet kimliği ve yönelimi nedeniyle güvencesizliğe, yoksulluğa ve şiddete itilenlerin yaşam hakkını yok saymaktadır. Kadınların yaşam hakkı, ekonomik özgürlüğü ve bakım hizmetleri için ayrılan pay; savaş politikalarına ve sermayeye aktarılan kaynakların altında ezilmektedir.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesinde “kadının güçlendirilmesi” için bir kadına günde sadece 51 kuruş düşmektedir. Bu bir utanç tablosudur. Ama eğer utanan varsa. Ülkenin geleceği; kadınların öldürüldüğü, emeklerinin yok sayıldığı bu düzenden değil, kadınların özgürleştiği yeni bir toplumsal sözleşmeden geçmektedir. Yeni toplumsal sözleşmenin temel ayaklarından birisi olan toplumsal cinsiyete duyarlı, kadın özgürlükçü bir bütçedir. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin yarattığı hukuki boşluk sürerken, sığınaklara ayrılan bütçe, yok denecek düzeye gelmiştir. Bu tablo, kadın cinayetlerine açık bir davetiyedir.
2025 yılını “Aile Yılı” ilan edenlere söylüyoruz: Sorun, kadını eşit yurttaş değil, bir erkeğin annesi, eşi, kızı olarak gören zihniyettir. Aile yılı ilanınızdan bu yana kaç kadının katledildiğini biliyor musunuz? Kadınları aile içine hapseden, her satırı cinsiyetçilikle örülmüş bu bütçeyi kabul etmiyoruz. İlla bir şey ilan edilecekse “Aile Yılı” değil, “Şiddetle Mücadele ve Eşitlik Yılı” ilan edelim. Kadınlar her gün, her ay, her yıl mücadeleyi büyütüyor! 2025 gibi 2026 yılı da kadınların mücadele yılı olacak, mücadeleyi büyüten kadınlara, TBMM’den selam olsun. Unutmayalım ki; bütçe metinleri aynı zamanda eşitlik mücadelesinin de zeminidir. Biz, kadınların yaşamını güvence altına almayan, eşitsizliği derinleştiren bu bütçe teklifini reddediyor; kaynakların halkın ve kadınların ihtiyaçlarına yönlendirildiği, demokratik, adil ve özgürlükçü bir bütçe için mücadele kararlılığımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Jin, Jiyan Azadî!
Değerli milletvekilleri, bütçedeki eşitsizliğin ve adaletsizliğin temelinde; temel yurttaş haklarına, farklı inançlara, kültürlere ve kimliklere yönelik ayrımcı yaklaşım yatmaktadır. Vergi toplanırken kimse ayrıştırılmıyor; ancak konu eşit yurttaşlık ve temel haklar olunca iktidar dışlayıcı ve yok sayan bir tutum sergiliyor. Aleviler, tıpkı Kürtler gibi, yıllardır tekçi sistemin mağduru olmuş; eşit yurttaşlar olarak kabul edilmemişlerdir. Alevilik ikrar edilmemiş, inkâr edilmiştir. Alevi çocuklarına zorunlu din dersleri ile Sünni-İslam eğitimi dayatılmakta; AİHM kararları yıllardır uygulanmamaktadır. Alevi köylerine camiler yapılmakta, cemevleri ise hâlâ ibadethane olarak tanınmamaktadır. İktidar, Aleviliği bir inanç olarak değil, “kültür” başlığı altında tanımlamakta; kendi çizdiği sınırlar içine hapsetmek istemektedir. Bu ayrımcılık, kamusal hizmetlerde de sürmektedir. Alevi köylerine kaynak ayrılmamakta, en temel altyapı hizmetleri bile karşılanmamaktadır. Onca “açılım” söyleminin ardından sunulan ise, Bakanlık eliyle cemevlerinin elektriğinin karşılanması olmuştur. Aleviler, sadaka misali yardımlar değil, cemevlerinin de; cami, kilise ve sinagoglarla aynı yasal statüye kavuşmasını talep etmektedirler.
Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması ve eşit yurttaşlık hakkının anayasal güvence altına alınması biz Alevilerin en temel talebidir. 2026 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesi yüzde 34 arttırılmıştır. Bu bütçe, 41 genel bütçeli idarenin 23’ünden fazladır. Peki bu bütçede Alevilere yönelik tek bir hizmet var mıdır? Tek bir kalem var mıdır? Yoktur! Alevi inancı rızalığa dayanır. Rızalık; eşitliktir, adalettir, kimsenin kimseye üstün olmamasıdır. Alevileri yok sayan, taleplerini görmezden gelen bu bütçeye biz Alevilerin rızası yoktur. Bu bütçe rızasız bir bütçedir! Barış ve Demokratik Toplum Süreci, Alevilerin taleplerinin karşılanması açısından önemli bir fırsattır. Aleviler bu sürecin kurucu toplumsal öznelerindendir. Bütün inanç ve kimliklerin eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşadığı Demokratik Cumhuriyet, Aleviler için de güvencedir. Demokratik ortak geleceğimizi, bu ülkedeki tüm halklar, inançlar ve kültürlerle birlikte kimseyi dışarıda bırakmadan kuracağız!
Değerli milletvekilleri ve değerli Türkiye halkları, çifte standartlar, cezasızlık ve keyfilik, bu ülkenin yargı gerçeği haline gelmiştir. Adaletin terazisi ortadan kaldırılmış, kılıç ise toplumun, muhaliflerin, hak arayanların tepesinde sallandırılmaktadır. AYM ve AİHM kararlarının tanınmadığı; yargının evrensel hukuk kuralları yerine siyasi saiklerle hareket ettiği bir dönemden geçiyoruz. Kobanî ve Gezi gibi siyasi davalarda bile yargı, delile değil siyasi iradeye bakmıştır. Gerçek suçlara, yolsuzluklara, iş cinayetlerine, deprem yıkımına yol açan ihmallere, kadın katliamlarına ve çocuk istismarına cezasızlık uygulanırken; ekonomiyi eleştirenler, MESEM’lerdeki çocuk ölümlerini gündeme getirenler, kadın cinayetlerine karşı çıkanlar cezalandırılmaktadır. Bu yargı, suça değil muhalefete odaklanmıştır. Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’tan, Bekir Kaya’dan Can Atalay’a, Osman Kavala’dan Selçuk Mızraklı’ya, Çiğdem Mater’den Leyla Güven’e kadar yol arkadaşımız hâlâ tutsaktır. Cezaevlerinde binlerce insan haksız ve hukuksuz biçimde tutulmaktadır.
Ağır hasta mahpuslar ölüme terk edilmekte; hukuk, pişmanlık dayatmalarıyla itaat rejimine dönüştürülmektedir. Artık bu adaletsiz rejim ile bir adım dahi yol yürünemez! Adaletsizlik bir kanser uru gibi toplumun tüm hücrelerinde kol gezmektedir. Martin Luther King’in sözleriyle söyleyelim: “Bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalete tehdittir.” Diyarbakır’daki adaletsizlik, Ankara’da hukuku yaralar. Kars’taki güvensizlik, İzmir’de özgürlüğü engeller. İstanbul’daki, İzmir’deki bir hukuksuzluk, Van’daki güveni zedeler. Ve en önemlisi, bu ülkenin halkları olan Azerilen, Terekemelerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Türklerin, Boşnakların ve adını sayamadığım bütün halkların bir arada yaşama iradesini baltalamaya dönüktür. Biz, üstünlerin değil, adaletin bütçesini savunuyoruz. Adalet bütçede, siyasette, hapishanelerde, sokakta, yaşamın her alanında tesis edilmelidir. Adalet, aranır olmaktan çıkarılıp, yaşanır hale getirilmelidir.
Sayın Başkan, Değerli milletvekilleri; bugün burada, ülkenin hangi değerler üzerine yeniden kurulacağını ve hangi cesareti göstermesi gerektiğini konuşuyoruz. Biz bugün, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında, toplumsal barışı, demokratik toplumu hedefleyen, kurucu bir siyaset ve bu siyasetin aynası olması gereken bir bütçeyi konuşuyoruz. İşte tam da bu nedenle 2026 bütçesi tarihsel bir fırsattır. Çünkü barış bütçesi, siyasal ve ahlaki bir tercihtir. Kaynaklar, güvenlikçi politikalara mı, demokratik standartları yükseltmeye mi ayrılıyor? Merkezileşmeye mi, yerel demokrasiye mi alan açılıyor? Sermayeye mi, topluma mı öncelik tanınıyor? İşte sorular bunlardır. En nihayetinde yürütülmekte olan barış süreci bu bütçenin neresindedir? Maalesef görüyoruz ki, çözüm süreciyle ilgili yürüyen politikalar bütçede karşılık bulmamaktadır. Barış, hayata dokunmaktır! Herkesin hayatına dokunan, iyileştiren en önemli sosyal adalet projesidir. Barış bütçesi, kaynakların çatışmacı politikalara değil; eğitime, sağlığa, adalete, alınan ücretlere, maaşlara ayrılması demektir. Dolayısıyla barış romantik bir sözcük değildir; güçlü, refah seviyesi yüksek, adil, eşit ve geleceğe umutla bakan bir toplum için temel anahtar niteliğindedir, yaşamsal bir zemindir.
Sayın milletvekilleri; işte tam da bu noktada ben bugün bu kürsüde, yıllardır “Kürt sorunu” başlığı altında tartıştığımız meseleyi; barışla kurulacak yeni, demokratik bir geleceğin anahtarı olarak ele almak istiyorum. Çünkü artık tekrar eden, acıyı çoğaltan, geçmişe sıkışmış bir dile değil; geleceği mümkün kılan, onarıcı ve kurucu bir dile, bir siyasal iradeye ve buna uygun bir bütçeye ihtiyacımız var. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” denir ya, bugün ihtiyacımız olan dil; yaşananları inkâr etmeyen ama onu kader hâline getirmeyen, acıları yarıştırmak yerine paylaşan, iyileşmeyi, onarıcı adaleti hedefleyen, ayrıştırmayı değil ortak yaşamı büyüten bir dildir.
Gelinen aşamada acıları anlatmakla yetinemeyiz. Asıl sorumluluğumuz, benzer acıların bir daha yaşanmayacağı bir geleceği, bir yaşamı ve bunun hukukunu inşa etmektir. Yıllardır barışa, adalete, demokrasiye susamış halklarımıza, yeni bir söz, yeni bir irade; yeni bir kurucu ve demokratik siyaset borcumuz vardır. “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır.” Bu güçlü söz bugün bu Meclis’te daha da anlamlıdır. Belki barışın şiirini bugün yazamayız ama yazılabileceği siyasal, toplumsal ilhamı yaratmak, hepimizin sorumluluğundadır.
Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, yıllardır dile getirilen ama ertelenen bir gerçeğin kabulüdür. Yıllardır dile getirdiğimiz gibi; bu meselenin çözüm adresi Meclis’tir. Komisyondan oluşan bir heyetin İmralı’da Sayın Öcalan’ı ziyaret ederek görüşmesi tarihi bir adımdır. Burada emeği geçen bütün parti ve siyasetçileri bu anlamlı, olumlu, barışa katkı sunan cesur adımlarından dolayı bir kez daha tebrik etmek istiyorum. Emeğinize yüreğinize sağlık. Çünkü barış süreçleri, barışın aktörlerini yok sayarak değil; hakikatin kabulüyle ilerler.
Birlikte yaşamak istiyorsak, birlikte çözmek zorundayız. Devlet aklı ile siyasal-toplumsal aklın buluşacağı yer, tam da burasıdır: Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir, yani toplumun iradesini temsil eden kurucu siyasetin çatısıdır. Bugün artık şu soruyu erteleyemeyiz: Sonlandırmaya çalıştığımız çatışmalı sürecin yerini nasıl bir dönem alacak? Kürt sorununun siyasal çözümü, Türkiye’nin demokratikleşme eşiğidir. Bu eşik aşılmadan, bu ülke gerçek anlamda özgürleşemez, demokratikleşemez ve zenginleşemez. Demokratikleşme için; hak temelli yeni bir toplumsal sözleşmenin oluşturulması, demokratik siyaset zemininin güçlendirilmesi, tüm kimliklerin, inançların, kültürlerin eşit yurttaşlık temelinde güvence altına alınması, demokrasiyi geriye çeken, özgürlüklerin önünü tıkayan anti demokratik yasal mevzuatın baştan sona demokrasi ve özgürlük eksenli olarak yeniden düzenlenmesi, anadilinde eğitim, öğrenim ve kültürel özgürlüklerin güvence altına alınması, güçlü yerel demokrasi ve demokratik yerel yönetimlerin önünün açılması, kayyım rejiminin sonlandırılması, cinsiyet eşitlikçi ve cinsiyet özgürlükçü bir toplumsal yaşamın güvenceye bağlanması, bağımsız, tarafsız yargı ve gerçek adalet sisteminin kurulması, düşünce, ifade, örgütlenme ve basın özgürlüğünün güvence altına alınması, ekonomik refahın, adil paylaşımın, insanca yaşamın, sosyal adaletin ve sosyal devletin öncelikli politika haline getirilmesi gerekmektedir.
En nihayetinde, kalıcı barışın, güçlü demokrasinin, ortak ve eşit yaşamın hukuki güvenceye bağlanması bir zaruriyet olarak önümüzde durmaktadır. Kürtler, Aleviler başta olmak üzere kimlik ve inançlar hukuksal çerçevenin dışında tutulmaya devam edilmektedir. Kürdü, Aleviyi hukuk kapısının dışında tutan sistemin; yani Kürtsüz hukuk, Alevisiz hukuk sisteminin değişmesi gerekir. Bu nedenle hukuksal kapsayıcılık, demokrasiyi güçlendirecek ve toplumsal sözleşmenin güçlü zeminini oluşturacaktır.
Şimdi ikinci aşama için yeni bir eşikteyiz. Komisyon önümüzdeki günlerde raporunu tamamlayacaktır. 1 Ekim 2024’le başlayıp, 27 Şubat 2025’te Sayın Öcalan’ın çağrısıyla tarihi bir aşamaya taşınan, 24 Kasım’da, Komisyonun İmralı ziyaretiyle önemli bir ivme kazanan bu sürecin şimdi hukuki gerekliliklerini oluşturmak; parlamentonun, tüm siyaset kurumunun, iktidarın ve devletin ortak sorumluluğundadır. Devlet aklı, siyaset ve hukuk aklıyla buluşmalıdır. Siyaset kurumunun dilindeki kardeşlik hukukunu, eşitlik hukukuyla taçlandırma ve bunun için gerekli adımları atma zamanıdır.
Çağrımız, bu ülkenin geleceğinde sözü olan herkese, hepinizedir. Gündelik siyasetin öncelikleriyle değil, 86 milyonun önceliklerine ve ihtiyaçlarına göre hareket edilmelidir. Siyasi partiler ve iktidarlar gelir geçer, ama bu ülkeye armağan edeceğimiz barış ve demokratik yaşam kalıcı olacaktır. Sürece karşı çıkanların, çözümsüzlükten nemalananların siyasetleri sürdürülemez haldedir. Süreç ilerledikçe onların zeminleri tamamen ortadan kalkacaktır. Yol yakınken bu yanlıştan dönmelerini kendilerine tavsiye ediyoruz. Çünkü barış öyle güçlüdür ki, kimse karşısında duramaz! Sürecin kıyısında, köşesinde duranları, suya sabuna dokunmayanları da bu sürecin içinde, merkezinde bizzat öznesi, paydaşı olmaya çağırıyoruz. El ucuyla değil, tüm benliğimizle bu sürece sarılmamız gerekiyor. Çünkü halkın siyaset kurumundan en temel beklentisi budur.
Silahlı çatışma iklimi bir daha geri dönülmemek üzere geride bırakılacağına göre, çatışmalı dönemin siyasette, yargıda, bürokraside, idari sistemde, ekonomide yarattığı 40-50 yıllık statükoyla bu ülke daha fazla ilerleyemez. Her alanda değişimin, dönüşümün önünün açılması gerekir. Bu süreç aynı zamanda “bir devlet politikası” olarak tarif edildi. O zaman, geleneksel yaklaşımların, ezberlerin artık terk edilmesi, topyekün bir demokratikleşme hamlesinin başlatılması gerekir. Dilde barış varsa, elde de barış olmalıdır! Barış hukukun içine oturmalıdır. Önümüzdeki dönemin temel anahtarı “barış aklıdır”, “çözüm aklıdır”. Barış ve çözüm aklının devlette de siyasette de bir dönüşüm süreci olarak kendisine yaşam alanı bulması gerekir. Artık sözden, pratiğe geçilmesinin vakti gelmiştir. İnanın ki; bu adımlar yalnızca Kürtlere değil; kadınlara, gençlere, emekçilere, Alevilere, göçmenlere bu ülkede eşit ve özgür yaşamak isteyen herkese, 86 milyona nefes aldıracaktır.
Barışı kalıcı hale getiren demokratik bir Türkiye, sadece iç politikada değil, dış politikada da güçlü bir mirasın temellerini atacak, bölgenin parlayan yıldızı olacaktır. Ortadoğu’yla kurulacak barış köprüsü, Kuzey ve Doğu Suriye’yle, Rojava’yla kurulacak barış köprüsü, halklar arası köprüyü ve ortak yaşamı daha da güçlendirecektir. Farklıları eritmeye çalışan politikalarda ısrar yerine, o farklılıklarla doğru temelde kurulacak güçlü demokratik ilişki hem Türkiye’ye kazandıracak hem de Suriye’ye kazandıracaktır. Aynı zamanda bütün bölgeye kazandıracaktır. En nihayetinde tüm halklar bu anlamlı barışın ortağı olacaktır.
Değerli halklarımız, sayın milletvekilleri; bizler, halkların eşitliğinin, barışın, huzurun, refahın, demokrasi ve özgürlüğün hem kültürel olarak hem de kurumsal olarak yerleşik hale geldiği Demokratik Cumhuriyeti hedefliyoruz. Bu hedef doğrultusunda sistemin demokratik dönüşüm-değişimi için varımızı yoğumuzu ortaya koyuyoruz.
James Baldwin’in şu sözünü hatırlatmak istiyorum: “Yüzleştiğimiz her şeyi değiştiremeyiz ama hiçbir şeyi yüzleşmeden değiştiremeyiz.” Bugün bir kez daha geç kaldığımız bir yüzleşmenin eşiğindeyiz. Gelin bu ülkenin ikinci yüzyılını korkularla değil, cesaretle ve güvenle yazalım. Bu kadim topraklar ve halklar için barış ve demokrasi yüzyılının temellerini hep beraber atalım. Gelin çocuklarımıza ayrışmış, ekonomik olarak kriz yaşayan, dünyanın en mutsuz toplumlarından biri olan değil, geleceğe dair ortak umudu büyüten, umuda yürüyen bir gelecek bırakalım. Barış hepimizin ortak şiiridir. Geç kalmadan bu şiiri birlikte yazmaktan, yeni, aydınlık, demokratik bir gelecek inşa etmekten uzak durmayalım. Hepinizi sevgiyle saygıyla selamlıyorum.
21 Aralık 2025
