
Grup Başkanvekillerimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit ve Sezai Temelli, Kobanî Kumpas Davasının ulusal ve uluslararası hukuk normlarına aykırılıklarının ve toplumda yarattığı adalet duygusu kaybının kapsamlı biçimde ortaya konulması için TBMM Başkanlığına araştırma önergesi verdi:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Türkiye tarihinin en tartışmalı ve hukuki meşruiyeti ciddi biçimde sorgulanan davalarından biri olan Kobani Kumpas Davası’nda, tam 13 ay geçtikten sonra gerekçeli karar yazılmıştır. Verilen karar, siyasi saiklerle verilmiş ve yargılama sürecinin tamamı adil yargılanma ilkesi başta olmak üzere hukukun temel ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. 32 bin sayfadan oluşan gerekçeli karar bu davanın boşa düştüğünün, kumpasın çöktüğünün yeni bir delili olmuştur. Bu nedenlerle, hukukun temel ilkelerini ihlal eden sürecin, bu sürecin toplumda yarattığı adalet duygusu kaybının ve ulusal ve uluslararası hukuk normlarına aykırılıkların kapsamlı biçimde ortaya konması amacıyla; Anayasa’nın 98’inci, TBMM İçtüzüğü’nün 104 ve 105’inci maddeleri uyarınca bir Meclis Araştırması açılmasını arz ve teklif ederiz.
GEREKÇE ÖZETİ
Kobani kumpas davası, Türkiye’deki yargı sisteminin adeta bir turnusal kağıdıdır. Yargının nasıl siyasallaştığının hukuki bir belgesidir. Bu dava adaletin, adil yargılanma hakkının, hukukun üstünlüğü ilkesinin adeta askıya alındığı bir siyasi dava olarak tarihteki yerini almıştır. Yargılamanın her aşaması hukuk dışı uygulamalar ile yürütülmüş, nihayetinde hukuk, vicdan ve akıl dışı ağır cezalarla sonuçlanan bir karar verilmiştir. Soruşturma aşamasından yargılamaya, karar aşamasından gerekçeli kararın yazılmasına varıncaya kadar davanın her aşaması siyasi saiklerle yürütülmüştür. Yargılama sürecinin tamamı adil yargılanma ilkesi başta olmak üzere hukukun temel ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. 16 Mayıs 2024 tarihinde karar duruşması yapılmış; ancak aradan tam 13 ay geçtikten sonra gerekçeli karar yazılmıştır. Bu durum sadece yargı sistemindeki gecikmeyi değil, aynı zamanda bu davada adaletin askıya alındığını da göstermiştir. 32 bin sayfadan oluşan gerekçeli karar bu davanın boşa düştüğünün, kumpasın çöktüğünün yeni bir delili olmuştur. Hukukun temel ilkelerinin yok sayılması, adalet duygusunu çökertmekte, adalete erişim hakkını ortadan kaldırmaktadır. Kobani kumpas davasında karşımıza çıkan siyasal yargının neden olduğu tahribatlar ne yazık ki, toplumun temel hak ve özgürlüklerini, birarada yaşama duygusunu ve demokrasiye inancını zedelemektedir.
GEREKÇE
Ankara Adliyesi’nde görev yapan kıdemli sekiz savcının elinde yıllarca ilerletilmeyen bu soruşturma dosyası, 2018 yılına kadar ciddi bir işlem yapılmadan adeta askıya alınmış, ifade vermeye gitmeyen kişiler hakkında dahi yakalama kararı çıkarılmamıştır. Ancak 2018’deki Cumhurbaşkanlığı seçim sürecine girilirken dosyanın başına Savcı Ahmet Altun’un getirilmesiyle birlikte dosyanın seyri köklü biçimde değiştirilmiş ve yargı süreci, hukuki ilkeler yerine siyasi hedeflere göre kurgulanmıştır.
Bu dönemde dosyaya özel görevlendirilen Savcı Altun’un soruşturma evrakları arasında sehven bıraktığı, TEM Şube antetli 5 sayfalık “bilgi notu” adlı belge, yürütülen yargılamanın siyasi niteliğini ve önceden belirlenmiş hedefler doğrultusunda şekillendiğini açıkça ortaya koymuştur. Yargılama sürecinde savunma hakkı ağır şekilde ihlal edilmiş; bu kumpas davaya özel mahkeme heyeti oluşturulmuş, bu mahkeme heyetine sadece bu dosya verilmiş, duruşma aralıkları bir süre savunmaya hazırlığı engelleyecek biçimde ayda bir şekilde düzenlenmiş, mikrofonlar kapatılmış, bazı savunmalar dinlenmemiş, tanıklar usule aykırı şekilde dinlenmiş ve avukatların tüm itirazları ile tevsii tahkikat talepleri sistematik olarak reddedilmiştir.
Dahası, dosyada kritik işlemleri yapan bazı hakim ve savcıların, iktidar çevreleriyle ilişkilendirilen çete ve yasa dışı yapılarla bağlantılı olduklarına dair iddiaların ayyuka çıkması; bu davada yaşanan ağır hukuksuzlukların bağımsız yargı kararları değil, dışarıdan yönlendirilmiş siyasi talimatlarla şekillendiğine dair ciddi bir kanaatin oluşmasına neden olmuştur.
Tüm usule aykırılıklara, savunma hakkının gasp edilmesine ve siyasi müdahalelere rağmen, bu siyasi kumpasın sonucunda Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi, HDP’li 24 siyasetçiye toplamda 407 yıl 7 ay hapis cezası vermiştir. Selahattin Demirtaş hakkında 47 ayrı suçtan toplam 42 yıl, Figen Yüksekdağ hakkında ise 32 yıl 9 ay hapis cezası kararı alınmıştır. Yargılama sürecinde özellikle yaşamını yitirmiş olan insanlarla ilgili olarak yöneltilen suçlamaların tamamı çökmüştür. Hayatını kaybeden tüm yurttaşlarla ilgili iddialardan HDP’li siyasetçilerin tamamı beraat etmiştir. Böylece bu davada en çok istismar edilen yalanlardan biri mahkeme kararıyla çürütülmüş, ancak diğer tüm siyasi içerikli faaliyetler, basın açıklamaları, mitingler, röportajlar, şenlik ve cenazeye katılmak vb. suç gibi gösterilerek ağır cezalarla karşılık bulmuştur.
Verilen cezalar, hukuki bir temele değil; dayanaksız suçlamalara, baskıyla alınmış veya kurgulanmış tanık beyanlarına ve esasen demokratik siyaset sınırları içindeki konuşma, çağrı ve açıklamalara dayanmaktadır. Bu karar, sadece bir ceza kararı değil; muhalif siyaseti tasfiye etmeye dönük sistematik bir yargı mühendisliği örneğidir.
Kararın açıklanmasının üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçtikten sonra karar yazılmıştır. Bu açık ihmal ve gecikme, yalnızca yargı sistemindeki çöküşün değil, aynı zamanda siyasi rehine olarak tutulan siyasetçilere yönelik hukuki zulmün de göstergesidir. Aradan geçen onca zamana rağmen, HDP’li siyasetçiler hala tutukludur. Üstelik tutukluluk, artık hukuki değil, tamamen keyfi ve siyasi bir uygulama halini almıştır. Gerekçeli karar olmaksızın 13 ay boyunca tutukluluğun devam ettirilmesi, Anayasa’ya, Ceza Muhakemesi Kanunu’na ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırılık oluşturmuştur. Adil yargılanma hakkı, gerekçeli karar hakkı, makul sürede yargılanma ve masumiyet karinesi gibi temel hukuk ilkeleri alenen çiğnenmiştir.
32 bin 630 sayfalık gerekçeli kararın her bir sayfası suçlamaları çürütmüş; dosyanın kurgu olduğunu, delillerin uydurma, suçlamaların zorlama olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir. Buna rağmen, ceza hükümleri büyük ölçüde, duruşmalarda çelişkileri açıkça ortaya konmuş ve güvenilirliği ciddi biçimde sarsılmış olan gizli tanık beyanlarına dayandırılmıştır. Bu durum, adil yargılanma hakkının ve delile dayalı yargılama ilkesinin açık ihlali anlamına gelmektedir.
Tutukluların yasal ve Anayasa tarafından güvence altına alınmış siyasi faaliyetleri, örneğin; basın açıklamaları, miting konuşmaları, yasama çalışmaları ve dernek faaliyetleri vb. tanık beyanlarıyla birlikte değerlendirilmiş; bu faaliyetler, gizli tanık ifadeleriyle örgütsel talimat kapsamında gösterilerek bir suç örgüsü inşa edilmeye çalışılmıştır. Mahkeme, şaibeli tanık beyanlarını itibar edilebilir delil sayarak kararının temel dayanağı haline getirmiştir. Bu bağlamda, Sayın Selahattin Demirtaş ve Sayın Figen Yüksekdağ hakkında verilen 42 yıl ve 32 yıl 9 ay hapis cezaları; barış ve çözüm sürecine katkı sunan açıklamalar, Meclis kürsüsündeki faaliyetler ve IŞİD’e karşı toplumsal duyarlılığı artırmaya yönelik çağrılar üzerinden tesis edilmiştir. Bu durum, ifade özgürlüğü, siyasal faaliyette bulunma hakkı ve adil yargılanma ilkeleri bakımından ciddi hukuki sakıncalar doğurmaktadır.
Gerekçeli kararda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Büyük Dairesi’nin Sayın Selahattin Demirtaş hakkında verdiği ve tutukluluğunun siyasi saiklerle sürdürüldüğünü tespit eden karara (AİHS m.18 ihlali) yalnızca sınırlı şekilde değinilmiş; “iç hukuku bağlamaz” şeklindeki hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan bir gerekçeyle açıkça yok sayılmıştır. Bu yaklaşım, yalnızca AİHM kararlarına değil, aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin daha önce birçok kişi hakkında verdiği ihlal kararlarına yönelik sistematik bir görmezden gelme tutumu ile birleşmiştir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalar ile iç hukuk arasında çatışma olması durumunda, uluslararası hükümlerin esas alınması anayasal bir yükümlülüktür. Bu durum, gerek sanıklar bakımından adil yargılanma hakkının ihlali, gerekse yargı bağımsızlığı ve hukuk güvenliği açısından ciddi kaygılar doğurmaktadır.
HDP MYK üyelerinin yalnızca MYK toplantılarına katılmaları ya da partinin karar mekanizmasında yer almaları, binlerce olaydan sorumlu tutulmaları için yeterli görülmüş; her bir siyasetçinin hangi suça, hangi fiille, ne şekilde iştirak ettiği somut, bireyselleştirilmiş delillerle ortaya konulmamıştır. Bu yaklaşım, ceza hukukunun temel ilkelerinden olan fiilin şahsiliği ve bireysel kusur sorumluğu ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Mahkeme, suç isnadını "önce suçluluğu kabul et, sonra gerekçelendir" şeklinde tümdengelimci bir yaklaşımla kurmuştur. Siyasal faaliyetler, Meclis çalışmaları ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebilecek beyanlar, yasama sorumsuzluğunu fiilen ortadan kaldıracak biçimde suç deliline dönüştürülmüştür. Bu durum, Anayasa’nın 83. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. ve 6. maddeleri kapsamında güvence altına alınan yasama sorumsuzluğu, ifade özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı ile açıkça çelişmektedir.
Özcesi, gerekçeli karar, yargılamanın en temel unsurlarından biri olan delillendirme yükümlülüğünü karşılamaktan uzaktır. Suç isnatlarının hiçbirinde, somut, doğrudan ve ikna edici delillere dayalı bir ilişki kurulmamış; fiil ile fail arasındaki bağ tümdengelim yöntemiyle varsayımsal olarak kurgulanmıştır. İddialar, çelişkili tanık beyanlarına, tekrar eden gizli tanıklara ve siyasi faaliyetlerin kriminalize edilmesine dayanmakta, ceza hukukunun suçun şahsiliği, kanıtların şüpheden uzak olması ve masumiyet karinesi gibi temel ilkeleri göz ardı edilmektedir. Bu durumda, HDP’li siyasetçiler hakkında verilen ağır cezalar hukuki değil, siyasi saiklerle alınmış kararlardır.
Kobani Davası özelinde meydana gelen bu hukuksuzlukta ısrarın yarattığı/yaratacağı hukuksal tahribatlar yalnızca HDP ve tabanını değil tüm siyasi partileri ve yurttaşları direkt olarak etkilediğinden dava sürecinde meydana gelmiş tüm hukuka ve demokratik toplum düzenine aykırılıkların tespit edilmesi ve ulusal mevzuat ve uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülüklerin derhal yerine getirilmesi meclisin sorumluluğundadır.
1 Temmuz 2025