Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis'te basın toplantısı düzenleyerek güncel gelişmeleri değerlendirdi. Koçyiğit, şunları söyledi:
Savaşta bile gazetecilere dokunulmaz
Kalemini yerde bırakmayan, dünyanın dört bir yanında savaşa ve zor koşullara rağmen halkın haber alma hakkı için alanlarda ve savaş yerlerinde olan, savaş siperlerinden yayın yapan ve ne olursa olsun geri adım atmayan özgür basın emekçilerini şahsınızda selamlamak istiyorum. Niye böyle bir giriş yaptım? Çünkü ne yazık ki dünyanın dört bir yanında savaş ve çatışmalar devam ediyor, bu savaş ve çatışmalar içerisinde gazeteciler işlerini yapmaya, dünyaya haber geçmeye çalışıyor. İşlerini yaparken de birçok zaman saldırıların hedefi oluyorlar, yaşamlarını kaybediyorlar. Birkaç gün önce Süleymaniye’de Türkiye’nin İHA-SİHA saldırısı sonucu hayatını kaybeden Hero Bahaddin ve Gülistan Tara’yı buradan anıyorum. Bir araç vuruldu, o araçta iki gazeteci yaşamını yitirdi, 4 kişi de yaralandı. Soruyoruz: Bu İHA ve SİHA saldırılarının gerekçesi nedir? Binlerce km havadan hedef gözetilerek sivil yerleşim yerlerinin, sivil araçların vurulmasının amacı nedir? Türkiye bu saldırılarla ne yapmak istiyor? Bu kaçıncı saldırı, bu kaçıncı sivillerin ve gazetecilerin katledilmesi? Bu konuda hiçbir açıklama da yapılmıyor. Bu saldırıyı şiddetle kınıyoruz. Bu bir yargısız infazdır. Siz SİHA’larla gidip bir başka ülkenin hava sahasında bir başka ülkenin sivil araçlarını, sivil yerleşim yerlerini hedef alıyorsanız ve o hedef sonucunda da özgür basın emekçilerini, gazetecileri, orada yaşayan halkı katlediyorsanız bunun adı yargısız infazdır. Savaşta bile gazetecilere dokunulmaz. Savaşta bile gazetecilerin yaşam hakkı için, onların mesleklerini yerine getirme hakkı için koşullar sağlanır. Ama ne yazık ki Türkiye Süleymaniye’de birçok defa sivil yerleşim yerlerini hedef alarak, sivil araçları hedef alarak, oradaki insanları, özgür basın çalışanlarını katlederek savaş suçu işlemiştir. Bunu açık ve net olarak ifade edelim.
Türkiye’nin İsrail gibi yaparak iki gazeteciyi katletmesini nasıl ifade edeceğiz?
İsrail-Filistin çatışmasında İsrail’in TRT muhabirlerine yönelik saldırısını burada günlerce konuştuk. Evet, konuşmalıyız da. Burada, Meclis’te bu kınandı. Evet, kınanmalı da. Ama İsrail'in yaptığına suç diyen, İsrail’in yaptığını kötüleyen anlayışın gidip aynısını Güney Kürdistan’da, Süleymaniye’de yapmasını ve iki gazeteciyi katletmesini nasıl ifade edeceğiz? Bu ikiyüzlü bir politika değil midir? İsrail yaptığı zaman suç, AKP-MHP yaptığı zaman doğru mu oluyor? Bu iki gazeteciyi katletmenin sorumluluğu kimdedir? AKP-MHP iktidarındadır. Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmeyen, her yeri savaş alanına çeviren, Güney Kürdistan’ın neredeyse her metrekaresine askeri üs kuran, askeri anlaşmalarla yeni bir savaşın kapısını aralamaya çalışan iktidar bizzat bu ölümlerin sorumlusudur ve bunun hesabını vermelidir. Halihazırda hiçbir açıklama yapmamış olmalarını asla kabul etmiyoruz. Buradan tekrar soruyoruz: Neden sivil yerleşim yerlerini hedef alıyorsunuz? Neden gazetecileri katlediyorsunuz? Bu soruların cevabını istiyoruz, hükümeti açıklama yapmaya çağırıyoruz. Sadece Türkiye’nin yaptıkları değil, sadece İsrail’in yaptıkları da değil aynı zamanda Ukrayna-Rusya savaşında da gazeteciler hedef alınıyor. Orada da gazetecilerin kaldığı otele yapılan saldırı sonucunda bir gazeteci hayatını kaybetti. Birçok gazeteci de ağır yaralandı. Gazetecileri hedef alan tüm bu saldırıları DEM Parti olarak kınıyoruz, asla kabul etmiyoruz. Buradan bir kez daha Hero Bahaddin ve Gülistan Tara’nın yakınlarına ve özgür basın çalışanlarına başsağlığı iletiyoruz. Biliyoruz ki halkın ve hakikatin sesini yansıtan özgür basın emekçilerinin kalemi yerde kalmayacak, onların ardılları onların yaptıklarını yapmaya devam edecek.
İktidarın Meclis’ten başlatarak sokağa taşırdığı büyük bir linç kültürü ile karşı karşıyayız
Büyük bir şiddet pandemisi ile karşı karşıyayız. AKP Meclis’ten başlayarak örgütlediği linç kültürünü, bir toplumsal linç kültürü olarak her yerde tırmandırmaya devam ediyor. Kadınlara yönelik sokak ortasında artan şiddet, neredeyse yaşamın her alanına yayılmış durumda. Bu bir şiddet dalgası. Sadece bireysel ve münferit değil. Bir iktidar politikası olarak toplumsal yaşamın her anını ve her yerini kuşatan bir şiddet pandemisi. Son olarak Manisa’nın Akhisar ilçesinde kadına yönelik şiddeti hep beraber izledik. Neydi şiddeti uygulayanı bu kadar cesaretlendiren? Tabii ki iktidarın kadına yönelik şiddetteki cezasızlık politikasıydı. Hamile bir kadın boşanmak istediği eşi tarafından saatlerce orada dövüldü, herkes izledi. “Hamileyim” diye çığlık atmasına rağmen ne yazık ki kimse kadının yardımına koşmadı. Tek bir kolluk görevlisi orada yoktu. Ne yazık ki kadın çok ağır bir şekilde yaralandı. Bütün bunları üst üste koyduğumuzda özellikle bu olayın aslında neyin kanıtı olduğunu görüyoruz? İktidarın kadınları korumak için hiçbir önlem almadığını, aksine her gün ve her an kadınların yaşam hakkı başta olmak üzere birçok ihlalle karşı karşıya olduklarını görüyoruz. Neden bunları yaşıyoruz? Çünkü İstanbul Sözleşmesinden çıkan, 6284’ü etkin uygulamayan, boşanmayı zorlaştıran ve nafaka hakkımızı tartışmaya açan bir düşman hukukuyla, bir düşman aklıyla karşı karşıyayız. Kadın düşmanı bu iktidar her gün ama her gün kadınların yaşamına kast ediyor. Bir cins kırımına varan bu şiddeti körüklüyor ve bunu besliyor. Bu failler eğer işledikleri suçun cezasız kalmayacağını bilselerdi bu suçları işlemezlerdi.
Şiddet uygulayan vekile en üst düzeyden sahip çıkmak bu şiddeti meşrulaştırmaktır
Anayasayı tanımayan, kürsü dokunulmazlığını hiçe sayan ve kürsüye yönelik şiddeti meşrulaştıran bir aklın, kadına yönelik şiddete dair de söz söylemesini beklemiyoruz. İşte şiddet şiddeti besliyor. Meclis’ten sokaklara taşan ve kadına yönelik şiddetten çocuğa yönelik şiddete, oradan hayvanlara ve göçmenlere yönelik şiddete, yoksullara yönelik şiddete varan bir şiddet sarmalıyla, bir şiddet dalgasıyla karşı karşıyayız. Bu bir linç kültürüdür. Bu linç kültürü bizzat iktidar eliyle beslenmektedir, iktidar eliyle horlatılmaktadır. Neredeyse bütün ülkeyi teslim alan bir anlayışa dönüşmüş durumdadır. Bunun altını çizmemiz gerekir. Herkesin bu riske ve şiddete karşı tutum alması gereken günlerden geçiyoruz. Ancak ne yazık ki bunun çok çok uzağındayız. AKP Milletvekili Alpay Özalan’ın İstanbul Milletvekili Ahmet Şık’a Meclis kürsüsünde saldırması neyin göstergesiydi? Bu iktidarın muhalif olan, kendisini rahatsız eden hiçbir düşünceye tahammülünün olmadığının açık ve net göstergesiydi. O gün orada kürsüye saldıran milletvekiline en üst düzeyde, cumhurbaşkanı düzeyinde sahip çıkılıyorsa, bu da aslında şiddetin meşrulaştırılmak istendiğini ve bundan sonra da saldırıların arkasında durulacağını gösteriyor. Hep beraber şiddeti mahkum etmediğimiz, buna karşı durmadığımız bir noktada bu şiddet nasıl önlenecek? Hayır, önlenmeyecek. Güçlü olanların zayıf olanları ezdiği, çok olanların az olanları linç etmeye çalıştığı bir gerçek karşımıza çıkıyor. Bu şiddet kültürüne karşı dayanışmamız, bu şiddet kültürünü mahkum etmemiz, bu şiddet kültürüne karşı hep beraber mücadele etmemiz gerek. Özel olarak da kadına yönelik şiddeti besleyen, cezasızlığı meşrulaştıran bu düzenin son bulması için her yerde yan yana durmamız, hep beraber sesimizi yükseltmemiz gerekiyor ki bu şiddetin önüne geçebilelim.
Kürt’ü inkarda 90’lı yılları aratıyorlar ama sorsanız Türkiye Yüzyılındayız
Sadece son bir haftada, sadece Kürt olduğumuz için yaşadıklarımızı bir iki örnekle anlatmak istiyorum. Bu ülkede Kürt olmak, Kürtçe şarkı dinlemek, Kürtçe şarkı söylemek suç haline getirilmeye çalışılıyor. Kürt’ü inkar etmede 90’lı yılları aratan bir politikayla karşı karşıyayız. Ama sorarsanız Türkiye Yüzyılındayız, ama sorarsanız uçuyoruz bütün göstergelerde. Yüzyıldır öğrendikleri tek bir şey var o da tahrik etme, öğrenmedikleri tek şey de bizim bu tarz saldırılarla pes etmeyeceğimiz ve mücadeleden vazgeçmeyeceği hakikatidir. 21 Ağustos’ta Balıkesir’de çalışan üç Kürt işçi Mehmet Argın, Cemal Güzel ve Özgür İpek çalıştıkları şantiyenin yanındaki Atatürk Parkında Kürtçe şarkı dinlerken önce sözlü tahrike maruz kaldılar, ardından ise hem kolluk görevlileri hem de orada bulunan lunaparkın sahibi tarafından darp edildiler. Saldırı sırasında lunaparkın sahibinin, ‘’Bunlar Kürt’tür, teroristtir’’ demesiyle bekçi ve yunus ekipleri -neredeyse 20 kişi bunun altını çizmek istiyorum- işçileri ters kelepçeleyerek coplarla saldırmıştır. ‘’Bunlar Kürt’tür, vurun, öldürün’’ şeklinde bağırmışlardır. Öyle ki bekçi saldırırken kendi parmağını kırmış ama yine suçlu kim? Suçlu yine Kürtler olmuş. Ağır şekilde darp edilen Cemal Güzel, Cumhurbaşkanına hakaretten ve polise mukavemetten tutuklanmış. ‘’Vurun Kürt’e, öldürün’’ diyene ne olmuş? İşkence edenlere ne olmuş? İşkence uygulayan kolluğa ne olmuş? Tabii ki onlara hiçbir şey olmamış, onlar serbest bir şekilde yaşamlarına devam ediyor.
Bize dayattığınız gölge yurttaş olmayı asla kabul etmiyoruz
Kürt hem saldırıya uğradı hem yaralandı hem hakarete uğradı hem linç edildi ama günün sonunda da cezaevine konulan yine Kürt oldu. Bu ülkede şarkı dinlemek suç mu? Bu ülkenin parkları ve bahçeleri Kürtçe şarkı dinleyen Kürtlere yasaklı mı? Bunun açıklamasını istiyoruz hükümetten. Kürtler sadece Diyarbakır’da, Hakkari’de, Bitlis'te, Muş’ta mı Kürtçe konuşabilir. Örneğin Yozgat’ta, Tekirdağ’da Kürtçe konuşmamalılar mı, Kürtçe konuşmaktan imtina mı etmeliler, gölge yurttaş mı olmalılar? Kendilerini, dillerini, kültürlerini gizlemeliler mi? Bu soruları buradan hükümete soruyoruz. Bir tane hükümet yetkilisi, örneğin İçişleri Bakanı geçmiş olsun dileğinde bulundu mu? Bir açıklama yaptılar mı, bir özür yayınladılar mı, şiddet uygulayan polis hakkında soruşturma başlattılar mı, şiddet uygulayanları gözaltına aldılar mı? Bütün bunlara hayır cevabı veriyoruz ne yazık ki. O zaman fail kim? Failin sadece işkence uygulayan lunapark sahibi ve polisler olmadığının, bizzat AKP-MHP iktidarı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Yine bundan sadece 2 gün sonra Nevşehir Ürgüp’te 13 Kürt işçi Amedspor forması giydikleri için saldırıya uğradı, terörist denilerek darp edildi. Bu saldırıyı yapanlar da yine serbest kaldı. Saldırıya uğrayan işçi Edip Bozkurt tutuklandı, cezaevine gönderildi. Yargının, kolluğun, bütün iktidarın bu tür olaylarda taraf olduğu ve nefret suçu işleyenleri koruyup kolladığı bir yerde toplumsal barıştan, yan yana yaşamaktan bahsetmenin koşulları ortadan kalkıyor. Bugün AKP iktidarı, politikalarıyla toplumu ortadan ikiye bölüyor, gerçek anlamda bölücülük yapıyor. Edirne’den Hakkari’ye biz milyonlarız, bu ülkenin gerçek sahipleriyiz. Bu ülkenin misafirleri değiliz, bu ülkenin her karış toprağında anadilimizi elbette konuşacağız. Asla ama asla bize dayattığınız gölge yurttaş olmayı kabul etmiyoruz.
Kenan Evren hayatta olsaydı AKP-MHP’nin Kürt düşmanı politikalarını ayakta alkışlardı
Bütün bunlar yaşanırken Tayyip Erdoğan ne diyordu dün Bitlis'te? Kürt halkının gözlerinin içine baka baka üstelik Bitlis’te. “İnsanımızın kimliğinden dilinden dolayı ötekileştirildiği günler geride kaldı. Baskıların, yasakların olduğu günler geri gelmemek üzere tamamen geride kaldı” diyor. Kürtçe halay çekenlerin tutuklandığı, Kürtçe şarkı söyleyenlerin linç edildiği bir ortamda, Tayyip Erdoğan’a soruyoruz, nasıl oluyor da yasaklar ve baskılar ortadan kalkmış oluyor, nasıl oluyor da insanlar kökeninden ve dilinden dolayı ayrımcılığa uğramıyor? Dönüp sadece küçük ortağının son bir haftada yaptığı açıklamalara baksa hakikati ve gerçeği görecek. Ama onun görevi gerçeği görmek değil; onun görevi gerçeği karartmak, algı oluşturmak ve manipülasyon yapmaktır. Kenan Evren hayatta olsaydı, AKP-MHP’nin Kürt ve Kürtçe düşmanı politikalarını ayakta alkışlardı. 12 Eylül zihniyetine ve Kenan Evren’e rahmet okutacak bir politika ile karşı karşıyayız.
Türkiye gerçeğinde çiftçiler nasıl üretime devam etsin?
Birkaç gün önce Tarım Bakanlığınca hazırlanan bir yönetmelik Resmi Gazetede yayımlandı. İşlenmeyen tarım arazilerinin kiraya verilmesine ilişkin yönetmelik. Çiftçilerin mülksüzleştirilmesi, topraklarının sermayece yağmalanması için yönetmelik çıkarıldı. Çiftçilerin topraklarını büyük sermaye şirketlerine vermek ve bunun sonucunda o insanları yaşam alanlarından uzaklaştırarak büyük kentlerde ucuz iş gücü haline getirmek istediklerini biliyoruz. Hükümet şunu soruyor mu? Çiftçiler, küçük üreticiler neden üretemiyorlar? Bu soruyu sormuyor. Girdi maliyetlerinin neredeyse yüzde 300-400 arttığı, çiftçinin mazot ve gübre alamayacak hale geldiği, banka borçlarını ödemek için topraklarını sattığı bir ortamda, taban alım fiyatlarının en dipte açıklandığı bir Türkiye gerçeğinde çiftçiler nasıl üretime devam etsin? Girdi maliyetlerini devletin üstlenmesini sağlaması gereken, hızlı bir tarım eylem planı açıklaması gereken hükümet bugün çiftçilerin topraklarına el koymak için yönetmelik çıkarıyor. Bunun endüstriyel tarımın önünü açmak olduğunu, aslında mono-kültüre dayalı sermayeye yeni bir rant alanı açmak istediklerini biliyoruz. Bu yönetmelik kapsamında ne istisna tutulmuş? Açılmayan milyonlarca hektar Hazine arazisi bu yönetmelikten istisna tutulmuş. Çünkü o Hazine arazilerini yarın öbür gün sermayeye peşkeş çekecekler, özelleştirerek satacaklar. Artık çiftçiler için, tarım ve hayvan üreticileri için bıçak kemikte. Üretemiyorlar, borçlarını ödeyemiyorlar. Ürettiklerini gerçek değerinde satamıyorlar. Biz en pahalı fiyatlarla gıda ürünlerini alıyoruz ama ne yazık ki aracılar kazanıyor, büyük tekeller kazanıyor. Bu nedenle hızlı bir şekilde tarım eylem planının açıklanması lazım. Küçük üreticinin desteklenmesi, girdi maliyetlerinin desteklenmesi için hızla adımlar atılmalıdır. Hükümeti bir an önce çiftçilerin topraklarına el koymaktan vazgeçip çiftçinin derdine derman olacak bir politikayı hayata geçirmeye çağırıyoruz. Bütün bu politikalar iktidarın ne kadar gerçeklikten kopuk olduğunu gösteriyor. Sadece haber taraması yapsalar Maraş’tan Uşak’a, Edirne’ye kadar çiftçinin eyleme başladığını, üretim krizi içinde olduğunu görecekler. Ama bunu yapamıyorlar.
Salgına karşı gerçekçi önlemler alınmalıdır
Yeni bir salgınla karşı karşıyayız. Dünya Sağlık Örgütü, Maymun Çiçeği olarak bilinen mpox virüsüne karşı acil durum ilan etti. Bu sürede de bütün ülkelere uyarılarda bulundu. Ankara’da dört kişinin karantinaya alındığı haberini aldık. İl Sağlık Müdürlüğü bu haberi yalanlandı, Sağlık Bakanlığı karantina haberini doğruladı. Daha şimdiden birbirini yalanlayan, kamuoyunu yanıltan haberler açığa çıkmış oldu. Sağlık Bakanlığı ne diyor? “İnşallah virüs ülkemize gelmez”. Ne diyelim, inşallah virüs ülkemize gelmez. Böyle dediğimizde virüs gelmeyecekse, eyvallah hiçbir problem yok. Ancak bunun böyle olmayacağını Sağlık Bakanlığının kendisi de biliyor. Önlem almaya çağırıyoruz. Nasıl önlemler alındığını da Türkiye kamuoyuna açıklamasını bekliyoruz. Bu ülke henüz COVID 19 yarasını saramadı. COVID-19 bu ülkede felakete dönüştü. Yüz binlerce insanımız yaşamını yitirdi. Hala kaç insanımızın COVID-19’dan yaşamını yitirdiğini bilemiyoruz. Üç maskeyi bile halkına ulaştıramayan bir hükümet gerçeğiyle karşı karşıyayız. Pandemide sermaye karına kar katarken, yoksullar evinde açlık ve sefalet içerisinde kaldı. Bu ülke pandemide bir sınıfsal kastın oluştuğunu, zenginlerin refahının devam ettiğini, yoksulların ise çaresizlik içinde kıvrandığını görmüş olduk. Sağlık Bakanlığını bu nedenle gerçekçi önlemler almaya, bu tedbirleri de hızlıca kamuoyuna açıklamaya davet ediyoruz. COVID-19 gibi bir durum yaşarsak ülke için, Türkiye’de yaşayan milyonlarca dar gelirli için felaket olacak.
Adalet Bakanlığı Tekirdağ Cezaevine heyet göndererek inceleme yapmalıdır
Günlerdir Tekirdağ Hapishanesinden korkunç haberler alıyoruz. Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Hapishanesinde bulunan Abdulkadir Bozkurt, 15 Ağustos’ta ailesiyle görüştüğü zaman hapishane müdürü, başgardiyan ve hastane psikoloğu tarafından ölümle tehdit edildiğini ve her an öldürülebileceğini söylüyor. 22 Ağustos’ta ailesiyle telefon görüşmesi yaparken görüşme kesiliyor. Aile, avukat gönderiyor ve Bozkurt’un 10 gardiyan tarafından kameraların bulunduğu yerde saldırıya uğradığı, darp edildiği anlaşılıyor. Bozkurt neden darp ediliyor? Aynı cezaevindeki yönetim ve gardiyanların karıştığı bir olaya tanık olması nedeniyle. Yani Bozkurt'a işkence yapıyorlar tanıklığından vazgeçmesi için. Tanıklıktan vazgeçmediği için yaşamı risk altında. Yine aynı cezaevinde Bakır Öztürk yaptığı telefon görüşmesinde “Ahmet Sürme, Neşat Güven, Ali Gül, Erdal Özdoğan, Tahir Aktan, Mehmet Ali Belek, Halil Göktürk tecrit altında ve burada yaşam hakkımız dahil birçok hakkımız gasp ediliyor” demiş. Adalet Bakanlığına çağrı yapıyoruz: Cezaevlerini işkence evlerine, eza evlerine çevirdiniz. Tekirdağ ve diğer tüm cezaevlerinde bulunan mahpusların yaşam hakkı ve diğer bütün sağlık hakları sizin uhdenizdedir. Bu konuda yaşanacak her türlü sorunun sorumlusu Adalet Bakanlığıdır. Adalet Bakanlığı bu konuda adım atmalıdır ve Tekirdağ Cezaevine bir heyet göndererek inceleme yapmalıdır.
Narin Güran’ın bulunması için herkes elinden geleni yapmalı
21 Ağustos’tan beri 8 yaşındaki Narin Güran kayboldu ve halen bulunamadı. Narin, evine 3 km uzaklıktaki kuran kursuna gidiyor ve o günden beri kendisinden haber alınamıyor. 8 yaşındaki bir çocuktan bahsediyoruz. Bu konuda geçmiş örnekler, Gülistan Doku ve diğer bütün örnekler, bu konuda devletin zafiyetini, yetkililerin zafiyetini gösteriyor. Özellikle failler iktidar yanlısı olduğunda iktidarın, polisin ve yargının nasıl failleri koruduğunu biliyoruz. Buradan bir kez daha hem bütün halkımıza ve yetkililere çağrı yapıyoruz. Narin Güran’ın bulunması için herkes elinden geleni yapmalıdır. Narin’in ailesine sağ salim teslim edilmesi için de hızlı hareket edilmesi gerekiyor. Bu süreç içerisinde de sorumlular ve faillerin cezalandırılması için derhal adım atılmalıdır.
Soru: Erdoğan, Can Atalay’ı provokatör olarak nitelendirdi ve muhalefeti de esir aldığını söyledi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bir ülkenin cumhurbaşkanını düşünün ki kendi hükümeti, başta da kendisi Anayasayı tanımamazlık içerisinde. Anayasayı tanımıyor, Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımıyor, bir yargı darbesi yapıyor. Ve bu yargı darbesini engellemek istediğimiz için, Can Atalay’ın milletvekilliği tesis edilsin dediğimiz için de bizi de yaftalıyor, bizi itham ediyor. Bu asla kabul edilemez. Bir ülkenin cumhurbaşkanı şiddetten taraf olamaz, gerçekten tarafsız ve cumhurbaşkanlığı pozisyonundaysa. Oysa ki kendisi Alpay Özalan’ı bir şekilde aklayan ve onun uyguladığı şiddeti meşrulaştıran, Ahmet Şık’ı hedef gösteren bir açıklama yapmıştır. Asla kabul etmiyoruz, doğru bulmuyoruz. Bu ülkeyi bu hale getiren bizzat Cumhurbaşkanının açıklamaları ve uygulamalarıdır. Bunu görmemiz gerekiyor. Cumhurbaşkanının yapması gereken hukuka uymaktır, Anayasaya uymaktır, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymaktır. Çünkü Anayasada “Tayyip Erdoğan’ı Anayasa bağlamaz, Cumhurbaşkanını Anayasa bağlamaz” gibi bir madde yok. Aynı anayasaya bağlıyız. Onu Anayasaya ve hukuka bağlı olmaya davet ediyorum. Söylediği hiçbir söz kabul edilemez. Hele de Ahmet Şık’ı ve onun üzerinden de bütün muhalefeti hedef göstermesi kabul edilebilir bir durum değildir. Şu anda muhalefet bu ülkede en sağından en soluna -MHP’yi dışında tutuyorum- Anayasanın uygulanması, Anayasa Mahkemesinin kararının uygulanması için ortak bir mücadele yürütüyor. Bence bu Türkiye’nin geleceği açısından umut verici bir durumdur. En azından anayasa tanımazlara karşı anayasada ısrar eden, hukuk ilkelerinde ısrar eden bir tutum var, bir karşı duruş var. Bence bunun iyi görülmesi, iyi anlaşılması gerek. Zaten Tayyip Erdoğan’ı rahatsız eden tam da bu ortak tutumun kendisidir. O nedenle sanırım biraz sinirleri bozulmuş ve böyle bir açıklama yaptı. Teşekkürler.
26 Ağustos 2024