
Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında güncel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Koçyiğit, şunları söyledi:
SAT1 virüsüyle mücadele palyatif tedbirlerle yürütülmeye çalışılıyor
Bu ülkede yaşayan bütün insanların gıda güvenliğini yakından ilgilendiren bir mesele var. Türkiye’nin dört bir yanında şu anda hayvan yetiştirmeye çalışan üreticiler ciddi bir kriz ve afetle karşı karşıya. Özellikle de seçim bölgem olan Kars başta olmak üzere, Ardahan, Eskişehir, Hakkari, Muş gibi illerde çok yaygın bir şekilde görülen şap, yani SAT1 virüsü salgınıyla karşı karşıyayız. Bu, 2025 yılı için en önemli hayvan pandemilerinden biri. Ama Tarım Bakanlığı resmi bir pandemi ilanı yapmadı. 81 ilde hayvan hareketliliği yasaklandı. Yeni SAT1’e göre aşı getirildi, bu aşı sahada yapılmaya çalışılıyor. Ancak resmi olarak pandemi ilan edilmediği için gerçek anlamda bir önlem alınabilmiş değil. Palyatif tedbirlerle bu süreç yürütülmeye çalışılıyor. Türkiye’de son 1 yıl içerisinde yangın, zirai don ve şimdi de şap hastalığı üreticileri, özellikle köyde yaşayan insanları ciddi bir şekilde mağdur ediyor. Bunu özellikle zirai don meselesinde de gördük, burada da gördük. Burada da bir komisyon hızlı bir şekilde kuruldu, araştıracaktı. Çiftçinin ve üreticinin zarar ziyanı karşılanacaktı. TARSİM’in kapsamı genişletilecekti ama günün sonunda hiçbir şey yapılmadığını görüyoruz. Üretici yine kaderiyle baş başa bırakıldı. Hiçbir zarar ziyan tespitinin tam anlamıyla yapıldığını görmüyoruz.
Meraların yok edilmesi, yangın ve şap hastalığı ciddi felaketlerle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor
Öbür taraftan kuraklık meselesi var. Su varlıklarının ciddi bir şekilde azalmasına neden oluyor. Bazı kentlerde su kesintileri başladı. Enerji ve maden talanlarıyla mera alanlarının yok edilmesi, yangın ve şap hastalığı ciddi bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Hatırlarsınız, 2023’te SAT2 serotipi Türkiye’de görülmüştü. Bunun Afrika ve Irak’tan geldiği belirlenmişti. Bilim insanları uyarı yaptılar; yeni varyantlarının salgınlara neden olabileceğini, önlem alınması gerektiğini söylediler. Ne yazık ki bunlara kulak tıkandı ve Türkiye'de her yıl yeni serotipler görülüyor. Üreticiler bunlarla mücadele etmeye çalışıyor. 2024 yılı rakamlarına göre Türkiye’de 16.9 milyon büyükbaş, 54.9 milyon küçükbaş hayvan varlığı söz konusu. Buna karşılık bakanlığın sevk ettiği aşı miktarı 6 milyon doz. Bu kadar büyük hayvan varlığına karşı 6 milyon yeterli mi? Kesinlikle değil. Özellikle yeni tip aşı üretildi serotip 1’e göre. Üretim aşamasına, ruhsatlama güvenilirliği ve etkinliğine ilişkin çok ciddi soru işaretleri var.
Neredeyse her ahırda yüzde 50 hayvan kaybı var
Bir haftadır Kars’taydım. Üretici, “Aşı yaptırdık, hayvanımız öldü” diyor. Bütün bunların üreticiler arasında aşı karşıtlığına döndüğünü, aşının güvenilirliğini sorgulattığını ifade etmem gerekiyor. Sadece aşılamayla değil diğer bütün başlıklarla ilgili de hızlı bir şekilde önlem alınması gerekiyor. Özellikle ahırların dezenfekte edilmesi, bu konuda üreticinin desteklenmesi ve veteriner sayısındaki yetersizliğin hızla giderilmesi gerekiyor. En önemlisi de aşı yapan veterinerlerin iş yükü nedeniyle dikkat etmediği hijyenin, hastalığın yayılmasında aracılık ettiği gerçeğini Tarım Bakanlığı göz önünde bulundurmalı ve bu konuda etkin önlem almalı. Sadece hayvanların ölümüyle sınırlı bir meseleden bahsetmiyoruz; üreticinin geçim kapısının kapanmasından, yerel ekonominin çökmesinden ve insanların yaşamlarını idame ettirdikleri gelirlerinin kaybından bahsediyoruz. Özellikle son dönemlerde yem, mazot ve girdi maliyetlerinin artmasıyla zaten üretici çok zor durumdaydı. Şimdi üzerine çok ciddi bir hastalıkla karşılaşıyorlar. Neredeyse her ahırda yüzde 50 hayvan kaybı var. 10 ineği olan 5 ineğini bu hastalık nedeniyle kaybetti ve bunları tazmin eden de yok. Örneğin TARSİM şap hastalığı ile ölen hayvanları ödemiyor. Diğer bir mesele buradaki ilaç fiyatlarının artmasıdır. Bakın 800 TL olan bir ateş düşürücünün, şu anda 1500 - 2000 liradan satıldığını görüyoruz. Denetleme yok, fiyat kontrolü yok. Üretici neredeyse oradaki satıcıların insafına bırakılmış durumda. Milyonlarca doz ilaç kullanılıyor, ateş düşürücü kullanılıyor, hiçbir şekilde kullanılmaması gereken antibiyotikler şap hastalığında yaygın bir şekilde kullanılıyor. Bütün bunlar büyük bir ekonomik kayıp olmakla beraber üreticiyi zor durumda bırakıyor. En kötüsü de işe yaramıyor, hayvanlar ölmeye devam ediyor.
Milyonlarca insanın gıda krizinden bahsediyoruz
Şap hastalığı nedir? Hayvanlarda yüksek ateşle seyreden bir hastalık. Ağızda yaralar çıkar, memede de yaralar çıkar. Yetersiz beslenme nedeniyle hayvan kaybı olur ve ciddi bir süt üretimi kaybı olduğunu da biliyoruz. Eski tarım bakanının kurduğu ve başkanlığını yürüttüğü Tarımsal Strateji ve Politika Geliştirme Merkezinin şap hastalığına dair bir raporu var. 2025 raporunda “Şap hastalığında hayvanların yüzde 30’u ölürse ne olur?” diye bir projeksiyon yapmışlar ve bunun maliyetini çıkarmışlar. Et üretim kaybı 2,3 milyon dolar, süt üretim kaybı 875 milyon dolar, ilaç giderleri 416 milyon, aşı uygulamaları 50 milyon dolar, buzağı ölümleri 25 milyon dolar, ihracat kaybı 437 milyon dolar olur. Bütün bunlara ihracat yasaklarını da eklediğimizde toplam 4,1 milyar dolar, yani yaklaşık 162 milyar TL’ye yakın bir kaybın olduğunu görüyoruz. Mevcut bakanlık ne diyor? Diyor ki bunlar farazi hesaplamalardır. Sahadan bu kadar kopuk, gerçeklikten bu kadar kopuk bir değerlendirmeye gerçekten hayret ediyoruz. Şimdi şunu açık ve net bir şekilde söylememiz gerekiyor: Bu sadece kırsalda yaşayan insanların, üreticilerin krizi değil aynı zamanda biz tüketicilerin de krizi. Milyonlarca insan açısından büyük bir gıda krizinden, büyük bir gıda güvenliği krizinden bahsetmemiz gerekiyor.
Bu ülkede üretici desteklenmiyor, teşvikler verilmiyor
Et ve süt üretiminde yaşanacak bu düşüş neye yol açacak? Zaten OECD ortalamasının neredeyse birkaç katı olan Türkiye’deki gıda enflasyonunun gittikçe yükselmesine neden olacak. Özellikle dar gelirlinin ete, süte ulaşamaması gibi bir gerçekliğe doğru gidecek. Bugün asgari ücretli, emekli et ve süt alabiliyor mu? Alamıyor. Ama bundan sonra hiç alamayacağı, orta gelirlinin de alamayacağı bir tabloya doğru bizi götürüyor. Bütün bunların bir nedeni var. 2010 yılından beri Tarım Bakanlığının özellikle ithalata bağımlı bir tarım politikasını esas almış olması. Bu ülkede üretici desteklenmiyor, üreticiye gerçek anlamda teşvikler verilmiyor. En ufak borcu olduğunda direkt teşvikinden kesiliyor. Ona ödenen ödemelere haciz konuluyor. Etten tutalım da samana kadar her şeyi yurt dışından ithal edilerek bir şekilde arz güvenliği sağlanmaya ve bu açık kapatılmaya çalışılıyor. Bunun doğru olmadığının, en başta ülkede yaşayan milyonlarca insanın gıda güvenliğini ve üreticilerin üretim kapasitesini etkilediğinin altını çizmemiz gerekiyor.
Yereldeki üreticiyi, merayı koruyan tarım reformları hızla hayata geçirilmelidir
Palyatif tedbirlerle bu süreci yürütemezsiniz. 81 ilde karantina ilan ettiğiniz bir süreç resmi olarak pandemi diye ilan edilmelidir. Tarım Bakanlığını ve ilgili kuruluşları hızlı bir şekilde resmi şap pandemisini ilan etmeye davet ediyoruz. Acil olarak hayvan sağlığı seferberliği ilan edilmeli, aşılama programı bütün ülke kapsamında genişletilmeli, denetim mekanizmaları güçlendirilmeli. 81 ilde 158 hayvan pazarı kapalı. Bu yeterli değildir. Bununla beraber ciddi bir karantina programı uygulanmalı ve hayvanların hareketliliği engellenmeli. Krizden etkilenen çiftçilerin borçları faizsiz bir şekilde ertelenmeli, zarar ziyanları sigortalı olup olmadığına bakılmaksızın tazmin edilmeli. Üretimden kopmamaları için özel teşvik ve destek programları açıklanmalı. İthalata dayalı hayvancılık politikasından hızlı vazgeçilmeli, yereldeki üreticiyi, merayı, aile üreticilerini koruyan tarım reformları hızlı hayata geçirilmeli. Hayvan refahı gözetilmeyen uygulamalara son verilmeli. Koruyucu veteriner hizmetleri yaygınlaşmalı; kamusal nitelikte ücretsiz, etik ve bilimsel temellere göre bu hizmetler hayata geçirilmeli. Sahada hizmet yapan veteriner hekim ve teknisyenlerin koruyucu ihtiyaçları karşılanmalı, özlük hakları iyileştirilmeli, yıpranma hakları iade edilmeli. Ayrıca çalışma koşulları sahadaki salgınla mücadele yüküne uygun şekilde düzenlenmeli. Özellikle vekili olduğum Kars için söyleyeyim. 800.000’e yakın büyükbaş hayvanın olduğu bir kentte Tarım Bakanlığına bağlı 30 veteriner çalışıyor. Hızlı bir şekilde veteriner istihdamı yapılmalıdır. Bütün bunlar yapılırsa kısmen süreç hafifletilebilir. Bu büyük felaketin biraz da olsa sonuçları engellenebilir. Buradan Tarım Bakanlığına, bütün kurumlara, Meclis’e ve TBMM Tarım Komisyonuna çağrıda bulunmak istiyorum. Derhal harekete geçmeye; teyakkuz halinde olmaya, önleyici etkili önlemleri almaya davet ediyoruz.
Ülkede tuz kokmuş, su çürümüş, söz bitmiş durumdadır
Hepimizi dehşete düşüren başka sorunlarla da karşı karşıyayız. Her gelen skandal bize daha da kötüsünün, daha da çürümüşünün olduğunu gösteriyor. Bugün yaşadıklarımız tam bir çürüme halinin ortaya çıktığını gösteriyor. Ülkede tuz kokmuş, su çürümüş, söz bitmiş durumda. Bunları sahte diploma meselesi üzerine ifade ettiğimi söylemek isterim. Dün Cemaat sınav sorularını sızdırır ve yandaşlarını bir şekilde üniversitelere aldırırdı; Işık Evlerinde yatırır, besler, büyütür ve daha sonra da stratejik kamu kurumlarına yerleştirme ve ülkeyi bu şekilde ele geçirmeyi hedeflerdi. Artık bunun gibi çok uzun ve meşakkatli bir iş yapmıyorlar. Artık direkt sahte diploma veriyorlar ve ülkenin en önemli kurumlarına, üniversitelere atıyorlar. Sahte diplomalı hukukçular, sahte diplomalı akademisyenler, sahte diplomalı inşaat mühendisleri, hatta bazı iddialara göre sahte diplomalı siyasetçiler olduğunu görüyoruz. Böyle bir ülkede hangimizin hukuk, yaşam ve sağlık güvenliğinden bahsedebiliriz ki? Bu ülkede milyonlarca genç çalışıp çabalıyor, dirsek çürütüyor, en zor koşullarda velileri özel ders aldırarak bir şekilde üniversiteye gitmelerini sağlıyor. Sonrasında büyük bir KPSS maratonuyla işe girmeye çalışıyorlar. Ama emek verip de üniversiteyi bitirenler bugün 3 harfli mağazalarda ve marketlerde kasiyerlik yapıyorlar, açlık sınırının altında çalışıyorlar, yorgunluktan bayılıyorlar. Ülkede bir azınlık sınıf parasını basıyor ve sahte diplomasını alıyor. Ya da e-imza ile sahte diploma üretiliyor ve çok güzel bir şekilde kadro tahsis edilerek hayatlarını devam ettiriyor. Burada ne aşılıyor? Yargı, hukuk devleti ve tarafsız yargı ilkesinin ortadan kalktığını görüyoruz. Parlamentonun yürütme üzerindeki denetim yetkisinin aslında lağvedilmesiyle yüz yüzeyiz. Kuvvetler ayrılığının, denge ve denetleme mekanizmasının çökmesiyle karşı karşıyayız. Her türlü keyfiyetin kamusal alanda ve idari sistemde bir yönetim kültürü haline getirilmesinin yarattığı büyük bir çürüme ve kokuşmayla karşı karşıyayız. Liyakatsiz, yandaşı kayıran, parası ve gücü olanı bir yerlerde makam ve mevki sahibi yapan bu sisteme gerçekten söz bulmakta ve onu nitelendirmekte zorlanıyoruz.
Bu meselenin güvenlik meselesiyle ilişkisini de kurmak isteriz. Kamuya alındığında birçok insana güvenlik soruşturması yapılıyor. Özellikle Kürdistan’da yüzlerce genç güvenlik soruşturmasından geçemediği için atanamıyor, hakim ve savcı olamıyor sınava girdiği halde. Şurada bir danışman bile alındığında güvenlik soruşturmasından geçiriliyor ve ufak bir protestoya katılmış ise veto yiyor. Günün sonunda bu ülkeye katkı sunacak insanlar sistem dışında kalırken, umudunu bu ülkeden kesip yurt dışına göç ederken; ülkedeki kodamanlar semirdikçe semirmeye devam ediyor. Van Büyükşehir Belediyemize biliyorsunuz kayyım atandı. Yüzlerce işçiyi arşiv soruşturması nedeniyle işten attı kayyım. Bir taraftan da e-devlet sistemine sızan bir şebeke eliyle sahte diplomalarla bakıyorsunuz sistemin tepesinde insanlar yer alabiliyor. O anlamıyla şunu net söyleyelim: Kimse bu skandalın üzerini örtmeye kalkmasın. Sadece sahte diplomalı kişiler hakkında değil göz yuman sistem ve bütün kamu görevlileri hakkında derhal soruşturma başlatılmalıdır. Kimler bu ağ üzerinden nasıl kadro alıyor ve hangi yetkiye sahip? Kimler bu yetkiyi kullanarak nasıl imzalar attılar ve kimi hangi pozisyona getirdiler? Nasıl idari tasarruflarda bulundular? Bunların her birinin araştırılması ve bu sahte diplomalı kişilerin yaptığı bütün işlemlerin geriye dönük taranarak iptal edilmesi gerekiyor. Bir kamu denetiminden bahsediyorsak bunun hızlı bir şekilde yapılması gerekiyor.
İşte cezasızlık politikası: Hakkari’de aracıyla 5 yaşındaki çocuğu öldüren uzman çavuşa 1 yıl 8 ay ceza verildi ve hüküm geriye bırakıldı
Bir taraftan neredeyse çiftliğe dönmüş bir ülke gerçeği var. İsteyen istediğine diploma veriyor, isteyen istediğine vatandaşlık satıyor. Bir taraftan da yaşam hakkını ihlal edenlere karşı bu ülkede sistematik bir şekilde uygulanan bir cezasızlık politikası var. Bundan 2 yıl önce Hakkari Yüksekova’da bir uzman çavuş 5 yaşındaki Erdem Aşkan’a aracıyla çarparak hayatını kaybetmesine yol açtı. Sonrasında kamera kayıtları ortaya çıktı. Söz konusu uzman çavuş hem aşırı hız yapıyordu hem hatalı sollama yapıyordu hem de makas atıyordu. Yani hukuki olarak ifade edecek olursak olayda taksiri aşan bir kast vardı. Milletvekillerimiz defaatle bunu Meclis gündemine taşıdılar, yargılama sürecini takip ettiler. Ama günün sonunda bu kazaya sebebiyet veren uzman çavuşun aldığı ceza ne biliyor musunuz? 1 yıl 8 ay, üstelik hükmün açıklanmasının geriye bırakılması kararı verildi. Yani 5 yaşındaki bir çocuğu kendi kusuru ve kastı nedeniyle yaşamdan koparan kişi, 1 yıl 8 ay ceza aldı hükmün açıklanması geriye bırakıldı. Şu anda elini kolunu sallayarak sokaklarda, aramızda gezmeye ve görevini yapmaya devam ediyor. Bu aslında bir cezasızlık sistematiğinin olduğunu açık ve net gösteriyor. Özellikle de Kürdistan’da, Kürt coğrafyasında ve Kürtlere karşı kolluğun işlediği cinayetlerde ve suçlarda. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesini işletmek yerine, cezasızlık politikasını Ankara kriteri haline getiren bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu anlayışa karşı mücadele etmeye devam ediyoruz. Çok açık ve net. Uluslararası sözleşmeler var. Türkiye’nin de taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi aynen şunu söyler: “Taraf devletler her çocuğun temel yaşam hakkına sahip olduğunu kabul eder ve çocuğunun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı sarf eder”. Türkiye bu anlaşmanın neresinde? Her gün fabrikalarda, atölyelerde çocuk işçiler yaşamını yitiriyor. Bu ülkede MESEM eliyle çocuk işçiliği resmileştirildi, çocuk emeği sistemin asıl iş gücü haline getirilmiş durumda. Zırhlı araçların çarptığı çocukların ölümüne kimse dönüp bakmıyor bile. Bütün bunları görmezden gelen, çocuğun üstün yararını görmezden gelen, cemaat ve tarikat yurtlarında tecavüze maruz kaldığında üstünü kapatan bir anlayışla karşı karşıyayız. Onun için çok açık ve net söyleyelim. Bu sistematik bir cezasızlık politikasıdır.
Kamu görevlilerine yönelik idari ve yargısal işlemlerin yapılmasının önünü açın
Bakın Af Örgütü cezasızlığı nasıl tanımlıyor? “Cezasızlık fiil ya da yasal olarak bir hak ihlalinin faillerinin var olan ve olması gereken yargı süreçlerine tabi tutulmaması veya uygun şekilde cezalandırılmaması ve mağdur edilenlerin onarım hakkına erişememesidir”. Tıpkı bizim örnek olayımızda olduğu gibi. Onun için Erdem Aşkın olayı ve Kürt coğrafyasındaki binlerce başka örmek tam olarak bu tarife uyuyor. Bunun tekil bir olay olmadığını biliyoruz. Hukuk ve insan hakları alanında faaliyet gösteren kurumların ortaklaştığı, büyük ölçüde uzlaştığı birkaç talebi de dile getirmek istiyorum: Cezasızlığa yol açan kurumsal kültürü önleyin ve mücadele etmek için politikalar geliştirin, kötü uygulamaya yönelik tedbirleri alın. İlgili uluslararası sözleşmeler kapsamındaki yükümlülüklerinizi yerini getirin. Bu sözleşmelerdeki hükümlerin yargı ve yürütme tarafından tutarlı ve ayrımcı olmayacak şekilde uygulanmasını sağlayın. Hükümetin bu sorumluluğunu yeniden hatırlatıyoruz. Başta güvenlik personeli olmak üzere kamu görevlilerine yönelik idari ve yargısal işlemlerin yapılmasının önünü açın. Biliyorsunuz kamu görevlileri suç işlediğinde idarenin, 657 Sayılı Kanun gereği izin vermesi gerekiyor. Failin devlet memuru olmasından dolayı yargısal korumaya alınmasına müsaade etmeyin diye çağrı yapmak istiyoruz. Bu çağrının gereğini yerine getirirler mi hep birlikte göreceğiz. Kürt sorununun demokratik çözümünün konuşulduğu bu eşikte bakalım Kürt coğrafyasındaki sistematik cezasızlık politikasına karşı hükümet, yargı, bürokrasi nasıl bir tutum alacak?
TÜİK “İktidar İstatistik Kurumu” olarak adını değiştirebilir
TÜİK 2025 yılı enflasyon rakamlarını açıkladı. Enflasyon aylık bazda 2.06 olurken, yıllık bazda 33.32 olarak kaydedildi. Saray, Hazine, Maliye Bakanlığı dahil aslında TÜİK rakamlarına kimse inanmıyor. TÜİK de kendisine inanılmadığını biliyor. Ama TÜİK’in bir amacı var. Bu rakamlar üzerinden oluşacak enflasyon oranlarına göre dar gelirliye ve asgari ücretliye zam yapılıyor. Onun için TÜİK’in olabildiği kadar enflasyonu aşağı çekmesi ve zam oranlarını düşük göstermesi gerekiyor. TÜİK’in adının artık değişmesi gerekiyor. “İktidar İstatistik Kurumu” olarak adını değiştirebilir. Çünkü hiç geçerliliği, tutarlılığı yok. Israrla söylediğimiz halde, mahkemeye verildiği halde TÜİK enflasyon sepetini açıklamıyor ama sürekli çok aşağıda bir enflasyon var. Markette gerçekler bambaşka. Sanırım bir süre daha hayal satmaya devam edecek TÜİK. Öte yandan ENAG nasıl bir enflasyon oranı açıklamış? Aylık bazda 3.75, yıllık bazda 65.15 olarak açıklamış. İstanbul Ticaret Odasına göre İstanbul'da enflasyon aylık 2.62, yıllık olarak da 42.48. Hepsi TÜİK rakamlarının çok çok üzerinde. Niye? Çünkü hakikat böyle. TÜİK ne kadar manipüle ederse etsin bu gerçeği değiştiremez. Temmuz ayında kira artışları başladı. Kiracılar kiralarını yüzde 41.13 artışla ödeyecekler. Diyelim ki kiranız 20 bin lira ise bu aydan itibaren 28.226 lira ödeyeceksiniz. Peki, nasıl kıyas oluyor? Asgari ücretliye zam yok, en düşük emekli maaşı 16.881 lira ama kiralara yarısı oranında zam yapıldı. Bu sanırım AKP’nin alameti farikası, mucizesi. Biz de gerçekten hayretle izliyoruz.
Şirketlerin çıkarları ne zamandan beri milli güvenlik konusu?
Diğer bir mesele de Cumhurbaşkanının, milli güvenliği tehdit edici nitelikte gördüğü gerekçesiyle neredeyse sistematik olarak bütün grevleri yasaklaması. En son Türkiye Maden İşçileri Sendikası tarafından alınan grev kararı da bu nedenle 60 gün süreyle ertelendi, yani yasaklandı. AKP döneminde yaklaşık 200 bin işçinin grevi, erteleme adı altında yasaklandı. Peki, grev anayasal bir hak değil midir? İşçiler anayasal hakkını kullanabiliyor mu? Fiili olarak kullanamıyor. Çünkü her seferinde güvenlik gerekçesiyle ertelenenler grevler var. Burada aslında anayasal hakkını kullanamayan işçiden ve tam bir keyfiyetten söz edebiliriz. Soruyoruz: Şirketlerin çıkarları ne zamandan beri milli güvenliğin konusudur? İşçinin ve emekçinin anayasal haklarını kullanmasının, haklarını talep etmesinin milli güvenlikle nasıl bir alakası olabilir? İşçiler ve emekçiler bu ülkenin güvenlik sorunu olabilir mi, böyle bakılabilir mi bu meseleye? Bu ülkenin bütün değerlerini üreten işçi sınıfına ve üretim gücüne yapılan bu yaklaşımı kabul etmiyor, reddediyoruz. Her şeyi güvenlikleştiren anlayış bu ülkede demokrasinin önündeki en büyük engeldir. Mesele güvenlik değildir; kar hırsıyla işçiyi ve emekçiyi sömüren, semiren şirketlerin çıkarlarını korumaktır. Bu yasakları ve yasakçı anlayışı reddediyoruz. İşçinin, emekçinin yanındayız. Grev kararı anayasal bir haktır ve bu hakkın kullanılması için bize düşen her türlü görevi yerine getirmeye hazırız.
Soru: TÜİK’in düşük açıkladığı rakamlarla ücretlere daha düşük zam yapılıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
TÜİK bunu yeni yapmıyor ki. TÜİK ısrarlı bir şekilde bunu sistematik bir şekilde yapıyor. TÜİK’e verilen bir misyon var: Sürekli enflasyon oranlarını aşağıda göstermek, bunun üzerinden işçi ve emekli ücretlerini baskılamak, toplu sözleşme süreçlerinde sendikaların elini zayıflatmak. Böyle bir misyon edinmiş durumda. Daha doğrusu böyle bir görev kendilerine tevdi edilmiş durumda. TÜİK de bu görevi yerine getiriyor. Aslında her şey pahalanırken enflasyonu bu kadar aşağıda göstermelerinin başka bir mantığı olamaz. Tüketici Hakları Derneği, TÜİK’in enflasyon sepetini mahkemeye verdi. Mahkeme sonuçlarına rağmen hala sepeti tam açıklamıyorlar. Sepette ne olduğunu da bilmiyoruz. Balon mu, yumurta mı, kira mı, giyim mi, kırtasiye malzemesi mi var? Tam olarak ulaşamadığımız bir enflasyon sepetinden bahsediyoruz. Bu neden önemli? İşte bu neyi baz aldığınızla ilgili. Toplumun genel olarak gündelik hayatını belirleyen kalemleri koyarsanız o enflasyon sepetinin nasıl yukarıya çıktığını görürsünüz. Ama diyelim ki pinpon topunu enflasyon sepetine koyarsanız doğal olarak bu rakamları da çıkarabilirsiniz. O anlamıyla manipülatif, gerçeklikten uzak bir veri. İşçinin ve emekçinin cebinden çalmak için, hakkını yemek için yapılmış bir veri olduğunu söyleyelim. Eğer öyle olmasaydı, devlet yeniden değerleme oranlarını yüzde 44 küsur yapmazdı. Yani devlet kendi vergisini alırken yeniden değerleme oranlarını yüzde 44 yapıp işçiye ve emekçiye yüzde 15 oranında zam yapıyor. Buradaki uçurum da aslında hakikati açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor.
Komisyonun Kürt sorununun demokratik çözümüne hizmet edecek bir ismi olmalı
Soru: Bugün komisyon için bir hazırlık toplantısı yapılacağını duyduk?
Evet, bugün saat 14:00’te grup başkanvekilleri ve MHP’den Fethi Yıldız’ın katılacağı bir toplantımız olacak Meclis Başkanıyla. Burada son gelişmeleri muhtemelen birlikte değerlendireceğiz. Tabii buna “Terörsüz Türkiye Süreci” dediniz. Bu isme karşı olduğumuzun tekrardan altını çizmek istiyorum. Bu süreci terör üzerinden nitelendirmeyi doğru bulmuyoruz, kabul etmiyoruz. Demokrasiyi, barışı, Kürt sorunundaki demokratik çözümü içeren bir perspektifin, bir dilin hızlı bir şekilde yerine konulması gerektiğinin altını çizelim. Yarın komisyonun ilk toplantısı yapılacak. Geniş kısmı zaten duyuruldu. Basına açık olacak. Yarın hem komisyonun adı hem çalışma sistematiği hem çalışma ilkeleri hem de çalışma takvimine ilişkin bir tartışma yürüteceğimizi düşünüyoruz. O anlamıyla yarın büyük oranda bütün bunlar netleşmiş olacak. İsme dair de daha önce çok söyledik ama bir kez daha ifade etmek de fayda var. Kesinlikle bu komisyonun adının Kürt sorununun demokratik çözümüne ve Türkiye’deki toplumsal barışa hizmet edecek bir isim olması gerektiğini düşünüyoruz. Barış ve demokrasi perspektifini ıskalayan bir ismi ya da bunu geride bırakan bir ismi açıkçası doğru bulmadığımızı söyledik. Demokrasi kavramı mutlaka komisyonun adında geçmelidir. Toplumsal barış olursa çok iyi olur. Çünkü bu süreç toplumsal barış ve demokratik toplum sürecidir. Devletin demokratik toplum sürecidir. Demokrasi perspektifi olmadan yol almanın, Kürt sorununun çözümünü istemenin ve buraya doğru yol almanın da takdir edersiniz ki koşulu olmayacaktır. Türkiye demokratikleştikçe Kürt sorunu çözülecek, Kürt sorunu çözüldükçe de Türkiye demokratikleşecek. Bunlar birbirine bağlı, birbirini besleyen iki temel meseledir. Biz de demokratikleşme perspektifini temel eksen olarak alıyoruz.
Komisyonun adında kavramsal olarak demokrasinin olmasında ısrarcıyız
Soru: Yarın komisyon için bir öneriniz olacak mı?
Aslında biz daha önce isim önerimizi yapmıştık. “Barış ve Demokratik Toplum Komisyonu” demiştik. Bu konuda bir mutabakat önemli. Herkesin ortaklaşabileceği, üzerinde uzlaşabileceği; daha toplumu ifade eden, süreci tarif eden bir isme ihtiyaç var. İlla bizim dediğimiz isim, illa şu olsun değil. Kavramsal olarak demokrasi kavramında ısrarcıyız. Demokrasi kavramının geçeceği bir isim formülasyonuna biz de sıcak bakarız. Aslında Meclis Başkanının bu konuda bir formülasyonu var. Bize de ilettiler. Muhtemelen yarın bunu komisyon toplantısında da dile getireceklerdir. Öyle bir formülasyon sanırım bizi de tatmin eder.
Bilinmesi gereken bütün konuların kamuoyu ile paylaşılacağını düşünüyorum
Soru: Komisyonun basına kapalı olacağı bilgisi verildi. Bu konuda ne dersiniz?
Öncelikle partilerin bunu tek taraflı belirlenmesinin doğru olmadığını ifade edelim. O anlamıyla AK Parti Grup Başkanının komisyonun çalışma ilkesi için, henüz komisyon toplanmamışken şöyle çalışacak demesini doğru bulmuyoruz. Sonuçta komisyon var, komisyonun bir hukuku var ve komisyon bunu kendisi karar altına alacaktır. Tabii ki her partinin kendi görüşü ya da önerisi orada olacak ve bir mutabakatın da sağlanacağına inanıyoruz. İşin doğası gereği şöyle bir şeyi kabul etmek zorundayız. Yüzde yüz basına kapalı, yüzde yüz basına açık bir formülasyon çok mümkün görünmüyor. Sonuçta bazı bilgilendirmeler olacak. MİT gelip bilgilendirecek, belki Milli Savunma Bakanlığı gelip bilgilendirecek. O anlamıyla kapalı olmasının daha faydalı olacağı bölümleri illa ki olacaktır. Ama bu şeffaf olmayacağı anlamına gelmiyor. Burada komisyonun kapalı ya da açık olmasından ziyade sürecin şeffaf olmasının, topluma anlatılmasının çok daha kıymetli olduğunu düşünüyoruz. Günün sonunda kapalı olma kararı da alınabilir. Ama toplumun, üzerinde mutabakata varılmış bir şekilde bilgilendirilmesinin, bütün komisyon bileşenleri ya da komisyon sözcüsü tarafından bilgilendirilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Gündelik polemiğe çeken tartışmaları boca edip kamuoyunun da kafasını karıştıran bir tarzın çok sonuç alıcı olmayacağını biz de belirtmek isteriz.
Sonuçta komisyonun nitelikli çoğunlukla karar alacağı kamuoyuna yansıdı. Bizim de talebimiz buydu. Muhalefetin genel talebi buydu. Üzerinde anlaşılan, ortaklaşılan, kamuoyunun gerçekten bilmesi gereken konular üzerinden bir bilgilendirme yapılacaktır. Yoksa sadece bilgi vermek için yapılan bir bilgilendirme değildir. İçerik birlikte belirleneceği ve üzerinde uzlaşılacağı için de bilinmesi gereken bütün konuların kamuoyu ile paylaşılacağını düşünüyorum. Bu konuda bir eksiklik olursa da muhalefet olarak oradayız ve süreci müdahil oluruz.
Bütün siyasi partilerin dahil olmasından memnuniyet duyarız
Soru: İYİ Parti’nin komisyona katılmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz bütün siyasi partilerin bu konuya dahil olması ve mutlaka üye vermesi gerektiğini toplantıda ifade ettik. Kamuoyuna da ifade etmiştik. Her siyasi partinin sürece dair farklı yaklaşımları olabilir, önerileri olabilir, itirazları da olabilir. Bunları gelip komisyonda yapmalarının çok daha doğru olacağını söyledik. Komisyonun dışında kalarak değil, komisyona girerek itirazlarını yapmalarının sürece katkı vereceğini bir kez daha belirtiyoruz. Bu kendi takdirleridir ama biz bütün siyasi partilerin dahil olmasından memnuniyet duyarız.
4 Ağustos 2025