Temelli: Barışa dair adım atmadığınız sürece ne bütçeyi ne de ekonomiyi düzeltebilirsiniz

Grup Başkanvekilimiz Sezai Temelli, Meclis’te yaptığı basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Temelli, şunları söyledi:

Van’daki direnişi hazmedemeyenler kentte terör estiriyor

Bu sabah Van’da, şu ana kadar bildiğimiz kadarıyla, 12 kişi gözaltına alındı. Şehrin üzerinde helikopterler dolaşıyor. Şehri adeta terörize eden bir anlayış var. Neden bu arkadaşlarımız gözaltına alındı diye baktığımızda, hala yerel seçimleri içine sindirememiş, mazbatayı gasp etmeye çalışan bir zihniyeti görüyoruz. Bu zihniyet, halkın demokratik hakkını kullanarak iradesine sahip çıkmasına karşı bu yöntemlerle algı yönetimine devam ediyor. Bildiğiniz gibi Van’da çeşitli ayak oyunlarıyla mazbatamızı gasp etmeye çalışmışlardı. Fakat halk buna gerekli direnişi gösterdi, iradesini ortaya koydu ve demokratik bir şekilde halk mücadelesiyle mazbatanın bize verilmesini sağladı. Bunu içine sindiremeyenler hala terör estirmeye devam ediyor. Türkiye’de bugün bir hukuk devleti söz konusu değildir. Her türlü hukuk tanımazlık, yasa tanımazlık hala geçerlidir. Ben burada İçişleri Bakanlığına bir kez daha çağrıda bulunuyorum: Hukuka uyun, yasalara uyun, bu hukuk dışı uygulamalara bir an önce son verin.

10 yıl önce Soma’da katledilen madencilerin acısı hala dinmiş değil

Bugün 13 Mayıs. 10 yıl önce 13 Mayıs 2014’te Soma faciasını yaşadık. Bu faciada 301 emekçi yaşamını yitirdi. Onların acısı hala dinmiş değil. Bu acıyla yaşayan ailelere bir kez daha sabırlar diliyorum. Bu aslında Türkiye'de yaşanmış ilk maden faciası değildi, son da olmadı. Yakın zamanda İliç’i yaşadık. İliç’te 9 emekçiyi kaybettik, sadece 4’ünün bedenine ulaşabildi. O acımız da tazeliğini koruyor. Maden faciaları, işçi cinayetleri, iş güvenliğinin olmaması gibi konular artık normalleşmiş durumda. Maalesef iş sağlığı ve güvenliği konusundaki tüm girişimlerimize rağmen işçi cinayetleri, maden faciaları devam ediyor. Neden? Çünkü bu iktidarın doğayı talan eden bir madencilik anlayışının olduğunu çok iyi biliyoruz. Bu doğa talanının yanında aşırı emek sömürüsü de bu tür facialarla karşılaşmamıza yol açıyor. Buna karşı direnenler, hak mücadelesi verenler, suçluların cezalandırılmasını isteyenler maalesef bugün cezaevinde. Selçuk Kozağaçlı'dan, Can Atalay’dan bahsediyorum. Soma’da emekçi ailelerin yanında yer alan bu çok değerli hukukçu bugün maalesef cezaevinde. Bir Soma katliamı belgeseli bugün saat 14.50’de dijital medyada yayına girecek. Tüm halkımızı bu belgeseli seyretmeye, bu konuda gerekli duyarlılığı göstermeye davet ediyoruz. Selçuk Kozağaçlı’nın ve Can Atalay’ın bir an önce serbest kalması çağrısını yineliyorum. 

Engelliler yok sayılmaya devam ediyor

10-16 Mayıs haftası bildiğiniz gibi BM Engelliler Haftası. Her gün farklı bir engellilik alanı üzerinden duyarlılık yaratmak için bir haftayı engelliler haftası olarak ilan ettiler. Dünyada 1 milyarı aşkın engelli bulunmakta. Türkiye’de de 12 milyon engelli yaşamakta. Türkiye’deki engelli yurttaşlarımızın sorunları saymakla bitmiyor. Sağlamcılık anlayışıyla her şeyi biçimlendiren ideolojiler ve partileri, bugünkü iktidar engellileri mağdur etmeye devam ediyor. Sadakalara muhtaç edip yaşamdan dışlayan ve sosyal dışlanmaya maruz bırakan bir anlayışla engellileri yok saymaya devam ediyorlar. Oysa yoksul engellilerin istihdam sorunu var, engellilerin kentte yaşamlarını sürdürebilmeleri için engellerden kurutulmaya ihtiyaçları var ama her geçen gün engellilerin yaşamlarının daha fazla zorlaştığı durumlarla karşılaşıyoruz. Bu konuda bir kanun teklifi hazırladık. Bu kanun teklifini Genel Kurul’a indireceğiz. Umarım iktidar bu konudaki hassasiyetimize duyarlılık gösterir, yıllardır engellilerin vermiş olduğu mücadeleye kulaklarını tıkamaz ve gereken adımı atmak konusunda bir samimiyet ortaya koyar.  

Uygulanan bir tarım politikası değil tarımı tasfiye etme politikasıdır 

Bu hafta ayrıca 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü de var. Türkiye bir tarım ülkesi ama 22 yıldır iktidarda olan AKP ve son dönemde de AKP-MHP iktidarı Türkiye’yi tarımsal anlamda ciddi bir mağduriyete, yoksulluğuna ve yoksunluğa uğrattı. Türkiye’de 2 milyon 177 bin çiftçi olduğu söyleniyor. 14 Mayıs Dünya Çiftçiler Günü de Türkiye’de çiftçilerin mağduriyetini en fazla konuşmamız gereken gün. Türkiye bir tarım ülkesi ama ciddi tarımsal sorunlarla karşı karşıya. Türkiye’de artık açlık var, çocuklar açısından özellikle çok ciddi bir riskten bahsediyoruz. Türkiye gıda enflasyonunda OECD ülkeleri arasında birinci sırada ve yüzde 71 gibi bir gıda enflasyonu rakamı açıklandı. Peki, neden gıda enflasyonu var Türkiye’de, neden açlık var, neden gıda yetersizliği var? Çünkü uygulanan bir tarım politikası değil tarımı tasfiye etme politikasıdır. Bunun bir nedeni tartışmasız Kürt meselesidir. Özellikle tarımsal bir bölge olan Kürdistan'dan zorunlu göçler nedeniyle ekilebilir arazilerin ekilemez olması, yapılan güvenlik barajlarının iklim koşulları üzerinde çok ciddi tahribat yaratması ve hayvancılığın engellenmesi gibi sayamayacağımız birçok konu Türkiye'de bugün yaşanan tarım krizini ortaya çıkarmaktadır. Türkiye zaten bir kriz üretim merkezine dönüştü. Hangi alana elinizi atsanız karşınızda bir kriz görüyorsunuz. Tarımsal üretimin bu kadar gerilemesindeki en önemli nedenlerden biri kuşkusuz çiftçilerin katlandığı maliyetler. Mazotun, gübrenin fiyatı ortada. 

Tarımın gerçek anlamda desteklenmesi gerekiyor

Dolayısıyla tohumlar başta olmak üzere en temel girdilerin artan fiyatları ortada. En temel girdilerde bu tür sıkıntıların yaşandığı bir ülkede tarım krizi kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Hem büyükbaş hem küçükbaş hayvanlar konusunda ciddi gerilemeler var. Türkiye’de kişi başına et tüketiminin çok dramatik bir şekilde düştüğünü görüyoruz. Özellikle son 10-20 yılda. Bu sorunları çözmek yerine iktidarın yaptığı en önemli şey de et ithalatıdır, tarım ürünleri ithalatıdır. Bunun nedenini sorduğunuzda da karşımıza fiyat istikrarı gibi akıl almaz bir açıklamayla çıkmaktadırlar. Oysa tarımın gerçek anlamda desteklenmesi gerekiyor. Bu, Anayasanın da bir hükmü. Çiftçinin anayasal hakka bağlı olarak bütçeden alması gereken pay hiçbir zaman çiftçiye aktarılmamakta. Dolayısıyla çiftçi bu hakkını alamadığı için giderek borçlanmakta ve çok ciddi bir borç yükü ve borç maliyeti altında ezilmektedir. Bu denli borçlanan çiftçi ayakta duramayacağı için göç ederek kentlere gelmekte ve burada karın tokluğuna çalışmak zorunda kalmaktadır. Bakın mebusu olduğum Muş’tan örnek vereyim. Türkiye’nin en verimli ovalarından birine sahiptir Muş. Fakat Muş’ta tarım açısından çok ciddi sorunlar var. Hem ekilebilir araziler anlamında hem hayvancılık anlamında Muş her geçen yıl yoksullaşmaya devam ediyor, göç vermeye devam ediyor. Oysa 70’lerde Muş’ta tekel fabrikası var, tütün fabrikası var, süt fabrikası, şeker pancarı fabrikası var. Şu anda bu fabrikalar yok, çünkü ya kapatıldı ya özelleştirildi. Dolayısıyla tarıma bağlı bir sanayileşme anlayışından yoksun olan bu süreç ister istemez yoksulluğu da işsizliği de beraberinde getiriyor. 

TTK’da enflasyonla mücadelenin hedefine esnaf konulmuş

Tarım, ekonomi ve işsizlik sorunlarını çözmek, ülkede yaşanan istikrarsızlıkla mücadele etmek önceliğimiz olmalıyken Meclis’in önceliklerine bakalım. Geçen hafta komisyondan geçen, bu hafta Genel Kurul’a gelecek olan Türk Ticaret Kanunu’yla ilgili düzenlemeler. Burada kanuna baktığınızda, ki daha önce de altını çizmiştik, kanun enflasyonla mücadele ediyor ve enflasyonla mücadele hedefine de esnafı, perakendeci esnafı koymuş durumda. Kanun düzenlemesinde Türkiye'deki enflasyonun nedeni olarak küçük esnaf gösterilmiş. Çünkü küçük esnaf stokçuluk yapmaktadır, fahiş fiyatları halka dayatmaktadır. Oysa küçük esnaf zordadır, geçinemiyor. Küçük esnafın aldığı değerden satma olanağı bile yoktur. Ortada bir stokçuluk yoktur, depoculuk vardır. Bu da mevsimsel bazı ürünlerden kaynaklanmaktadır. Soğan patates depolarını basıp bu depoları çalıştıranları terörist ilan eden bir iktidar var karşımızda. Bu iktidara, bu anlayışa kalsa hiçbir deponun olmaması gerekir. Dolayısıyla insanlar ancak senede 1 ay yemeğe soğana katabilecekler. 11 ay hiçbir şekilde soğan kullanamayacaklar. Bu artık akılla izah edilecek bir şey değil. Bir mizah konusu olabilir. Bu kanun işte bu kadar saçma sapan bir anlayışla hazırlandı. 

Kürt sorununun demokratik çözümünden kaçmaya devam edilirse hiçbir sorunun çözümü mümkün olmayacak

Peki, şu an Plan ve Bütçe Komisyonuna gelen kanun acaba neye hizmet ediyor? Biz ülkedeki bu kadar çok sorundan bahsederken, Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı Kanun Teklifi Plan Bütçe Komisyonuna geliyor. Komisyon bu hafta bu kanun teklifini görüşecek. Nedir bu kanun? “Dışişleri Teşkilatını Güçlendirme Vakfı” adı altında dışişleri çalışanları bir vakıf kuruyorlar. Yani memleketin en temel sorunu sanki bu da Plan Bütçe Komisyonu bu hafta bununla çalışacak. Şu anda Plan Bütçe Komisyonunun yapması gereken çok daha önemli çalışmalar var ama dışişleri mensuplarına vakıf kuruyor. Oysa Türkiye’de diplomasi çökmüş durumda. Dışişlerinin başındaki kişiye baktığınızda da kendisi diplomasi geleneğinden gelen birisi değil, bir istihbaratçı. Bir istihbaratçının da diplomasi alanında yapacağı şey olsa olsa vakıf kurmak olabilir. Zaten bu gelenek AKP geleneğidir. AKP devletin bütün kurumlarını bir şirket anlayışıyla yönetmeye çalışıyor ve artık sıra diplomasi alanına da gelmiştir. Burada bir şirket eliyle vakfı çalıştırmak ve buradan -hani dilim varmıyor ama- bir nemalanma zemini yaratmak gibi bir anlayış hakim. Oysa diplomasinin yapması gereken bölgede barışı sağlamak olmalıdır. Türkiye’de toplumsal barışın sağlanabilmesinin yolu bölge barışından geçiyor. Bugün Ortadoğu Kürt sorunu ve Filistin sorunu gibi büyük sorunlarla boğuşurken, Dışişleri Bakanı adeta savaş çığırtkanlığı yaparak bölgede tur atmaya devam ediyor. Türkiye bir an önce diplomasi alanında bir sulh anlayışıyla çalışma hayata geçirmek zorundadır. Eğer Türkiye barıştan kaçmaya devam ederse, Kürt sorununun demokratik çözümünden kaçmaya devam ederse kuşkusuz Türkiye’de hiçbir sorunun çözümü mümkün olmayacaktır. 

9. Yargı Paketiyle yeni bir adaletsizlik adımı atılmak üzere

Yine bir yargı paketi hazırlığı arifesindeyiz. Geride 8 yargı paketi bıraktık, 9’uncusu hazırlanıyor. Gerideki 8 yargı paketine bakarsanız şunu görürsünüz. Her yargı paketi sonrası Türkiye'deki adaletsizlik artmış. Türkiye, hukuka dair ne kadar endeks varsa hepsinde gerilemiş. Paket yaptıkça Türkiye, hukuk devleti adına ne varsa yıkıyor, adaletsizlik adına ne varsa yaygınlaştırıyor. Şu anda hazırlığı yapılan konulara baktığımızda 9. Yargı Paketi de yeni bir adaletsizlik adımı atmak üzere. 9 Yargı Paketinin uğraştığı şeye bakalım: Kadınlar evlendikten sonra sadece kendi soyadlarını kullanamasın, mutlaka kocalarının da soyadlarını kullanabilsin. Bu erkek egemen anlayış Türkiye’de AKP iktidarı ile doruğa ulaşmıştır. Kadınları toplumsal yaşamda, iş yaşamında yok sayan bu anlayış ancak ve ancak kendi tarihinde kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle anılacaktır. Bu teklifte bile bunun izlerini görmek mümkündür. Bir başka başlık “etki ajanlığı”. Aslında insanların muhalif olmaktan kaynaklı haklarını ortadan kaldıracak bir adımın hazırlığını görüyoruz. Daha önce biliyorsunuz bir “dezenformasyon yasası” söz konusu olmuştu. Bu yasa konuşulurken dedik ki siz bunu gündeme getirdiğinizde niyetiniz dezenformasyonu ortadan kaldırmak değil kendi tekelinize almaktır. Evet, öyle de oldu. İletişim Başkanlığı merkezli bir dezenformasyon merkezi vardır, bir algı yönetimi merkezi vardır, bir yalan haber üretim merkezi vardır, bir trol merkezi vardır. Dolayısıyla amaç özgür basını susturmaktı, amaç sosyal medya üzerinden özgürlüklere yani muhalif olma haklarına saldırmaktı. Nitekim öyle oldu.

Derdiniz adaletse yargı paketinin hizmet ettiği şey hukuk devletini yeniden inşa etmek olmalı

Eğer bir yargı paketi hazırlayacaksanız, derdiniz adaletse, derdiniz hukuk devleti adına bir adım atmaksa -ki bugünlerde bu konu çok konuşuluyor, anayasa mevzusu da gündeme geldi- o zaman bir yargı paketi neye hizmet etmelidir? Hukuk devletini yeniden var etmeye ve inşa etmeye. Olması gereken budur. Bunu yaparsanız ancak Türkiye’de barışı, siyasi barışı, iktisadi barışı, toplumsal barışı sağlamak için adım atmış olursunuz. Fakat niyet bu değildir. Çünkü Türkiye’nin öncelikle ihtiyaç duyduğu şey siyasi barıştır. Siyasi barışın sıfır noktası 25 yıl önceye dayanır. 99 yılına dayanır. İmralı’da inşa edilen istisnai duruma dayanır. Dolayısıyla bu sıfır noktasından ülkeyi kurtaramadığınız sürece, tecride son veremediğiniz sürece, Sayın Öcalan’ı bu anlamda yeniden bir muhatap kılmadığınız sürece Türkiye’de bir siyasi barış mümkün olamamaktadır. Olmayan siyasi barışın üzerinden de bir yargı reformu, bir anayasa yapımı ya da bir adalet mekanizmasının etkin çalışması söz konusu olamamaktadır. Bunu çok iyi biliyoruz.

31 Mart öncesindeki zihniyetinizden artık kendinizi kurtarın

Türkiye’de yapılan bütün yasalara dönüp baktığımızda Sayın Öcalan endeksli, İmralı endeksli bir tarafının olduğu da bir gerçektir. Bunu artık kabul edelim. Kürt meselesinin demokratik çözümünden kaçmak adına böyle bir endeksle hareket eden bir anlayışın demokratik bir ülkeyi var etmesi ya da demokratik bir anayasayı yapması sizce mümkün müdür? Kuşkusuz mümkün değil. Bakın 16 Mayıs’ta Kobanî Davasında -ki bir kumpas vakasıdır- karar açıklanması bekleniyor. Buradan nasıl bir karar çıkacak? Kamuoyunun, toplumun, vicdan sahibi tüm insanların beklentisi bu davada yargılananların tümünün bir an önce tahliye edilmesidir. Çünkü bu bir kumpas vakasıdır. İddianameye bakan herkes bunu görür. Ciddiye alıp iddianameyi okuyan birisi zaten bunun adını çok net koyar. Ama biliyorsunuz ilk yargıç çeteci çıktı. Bu iddianameyi hazırlayan savcı hakkında da bir sürü iddia söz konusu. Başlı başına bu kumpas vakasını bir an önce sonlandırmak gerekir. Yargı paketlerinden daha önemli olan şey aslında adalet anlamında atılacak bu tür adımlardır. Aynı şekilde Can Atalay meselesinde de Osman Kavala meselesinde de Gezi meselesinde de yargının siyasallaşmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Evet, bunlar Türkiye’nin ciddi gündemleridir. Bu gündemler üzerinde herkes düşünmeli ve demokrasi adına, hukuk devleti adına, adalet adına mutlaka bir şey yapma gereğiyle hareket etmelidir. İktidara da buradan sesleniyoruz: Artık 31 Mart öncesi sürdüregeldiğiniz zihniyetten kendinizi kurtarın, 31 Mart seçim sonuçlarını ciddiye alın ve gereklerini yapmak için adım atın.

Yolun sonuna geldiğinizi gördüğünüz için tasarruf tedbiri almak istediniz

Gelelim günün mizahına, “Dağ fare doğurdu” tasarruf tedbirlerine. Sayın Yılmaz ve Sayın Şimşek beraber açıklamalarda bulundular. Gerçekten insan bir an hayrete düşüyor. Sanırsınız ki Cumhurbaşkanı Yardımcısı ve Maliye Bakanı göreve bir hafta önce gelmişler, kamuyu incelemişler ve demişler ki bu böyle gitmez, ortada israf var, biz tasarruf tedbiri almalıyız. Bu iki bakan, hem Cevdet Yılmaz hem Mehmet Şimşek bundan çok değil 5 ay önce Genel Kurul’da öve öve bitiremedikleri bir ekonomi hikayesi bize anlattılar. Orta vadeli programın gücünden bahsettiler, kalkınma planının ne kadar muhteşem olduğunu söylediler. O gün onlara ne söylediysek dinlemediler, hatta bizi itham ettiler, suçladılar. Bugün gelinen noktada, sanki 5 ay önce bu konuşmaları yapanlar onlar değilmiş gibi kamuda bir tasarruf tedbirine ihtiyaç olduğunu, bunun enflasyonla mücadele ve istikrar için kaçınılmaz olduğunu ifade ediyorlar. Tamam kendinizi inkar ettiniz, söyledikleriniz yalanmış, halkı kandırmışsınız, algı yönetimi yapmışsınız. Beş ay sonra artık yolun sonuna geldiğinizi gördünüz ve tasarruf tedbiri almak istediniz. Bu da güzel. 

Barışa dair adım atmadığınız sürece ne bütçeyi ne de ekonomiyi düzeltebilirsiniz 


Peki, bize anlattığınız bir tasarruf tedbiri midir? Hayır. Tam 45 dakika konuştular tek bir rakam vermediler. Ne kadar tasarruf yapacaklarının hesabını bile yapmadan basının önüne çıkmışlar. Bu kamu tasarruf tedbirlerinden ne kadar tasarruf yapacaklarına dair bir veri yok ortada. Sadece niyetlerini söylüyorlar. Bu niyetlerinin odaklandığı yer kamu hizmetleri ve kamu emekçileridir. Esas bakmaları gereken yere bakmamışlar. O neoliberal aşklarıyla her zamanki gibi yine emekçiye, emekçinin haklarına ve toplumun kamusal haklarına göz dikmişler, tasarrufu orada arıyorlar. Tasarruf barıştadır. Barışa dair adım atmadığınız sürece ne bütçeyi ne de ekonomiyi düzeltebilirsiniz. Her gün Diyarbakır’dan o kadar uçak kaldırır, Kuzey Irak’ı, Rojava’yı bombalarsanız bu ülkenin ekonomisi batar. Dışişleri Bakanınız fellik fellik bölgede dolaşıp savaş kışkırtıcılığı yaparsa bu ülke batar. Barış tasarruftur ve bu ülke barışa hazırdır. Bu ülke bu konuda tasarruf yapmaya hazırdır. 31 Mart’ta bunu dile getirmiştir. Bu tasarruftan kaçamazsınız.

Sermaye müritliği yaptıkları iktisat tükendi

İkinci tasarruf nerededir? Vergilerde. Kamu tasarrufu dediğimiz şey zaten vergidir. Adaletli vergi alamadığınız için zaten bu krizle karşı karşıyayız. Adaletli almak zorundasınız. Doğru kişilerden, doğru kurumlardan vergi almak zorundasınız. Vergi almak zorunda olduğunuz kişilere 2.2 trilyon lira vergi harcaması yaparsanız, yani onlardan vergi almaktan vazgeçerseniz, denk bütçe yapmak yerine 2.6 trilyon lira açıkla işe başlarsanız. Şimdi bu 3.4 trilyon liraya doğru gidiyorsa tasarrufu yapmanız gereken yerde yapmıyorsunuzdur. Zenginden vergi almıyorsunuz, finans sektöründen vergi almıyorsunuz. Yüzde 70 dolaylı vergi alıyorsunuz, emekçilerin sırtına binmişsiniz. Sonra da diyorsunuz ki ben tasarruf yapacağım. Gerçekten komik. Neden komik biliyor musunuz? Tasarruf yapacağınız yerlerden birisi taşıtlar. Yani kamudaki taşıtların sayısını ve yakıt giderlerini azaltacaklar. Böylece 3.4 trilyonluk bütçe açığına merhem olacaklar. Bu mümkün mü? Bunu ikinci sınıf iktisat fakültesi talebesine söylerseniz size güler. Mehmet Şimşek, biliyorsunuz ben iktisat hocasıyım, gelse gireceğim derse girme derim. Sınıfı bozar o. Dolayısıyla iktisat bilmiyor. Bildiği iktisat aslında tükendi. Neoliberal iktisat, onların amentüsü, sermaye müritliği yaptıkları iktisat tükendi. 2008’de o iş bitti. Mehmet Şimşek hala 2008 küresel ekonomik krizini bile algılamaktan uzak. Meseleyi hala anlayamamış. Anlayamadığı için de “Eğer biz böyle bir bütçe yapmasaydık bütçe açığı yüzde 10’a çıkardı” diyor. İyi de zaten çıkıyor. Hiçbir hedefini tutturamadın. 

Türkiye’de geniş tanımlı işsizlik oran yüzde 24’ün üzerinde

Bunlar hesap yapmayı da bilmiyorlar ama diyorlar ki “kamuda istihdam olmayacak, emekli olanların yerine belki istihdam yapacağız ama yeni istihdam yapmayacağız”. Türkiye’deki işsizlik meselesini TÜİK’le çözemezsiniz. TÜİK ne kadar yalan söylerse söylesin bu ülkede 9 buçuk milyon işsiz var. Bunların hepsi insan, rakam değil. 9 buçuk milyon kişi iş bekliyor. Yeni istihdam yapmayacağız diyorsunuz. Oysa kamunun en önemli meselelerinden biri kamu istihdam politikasıdır. Siz işsizliği büyütüyorsunuz. TÜİK eliyle de düşürüyorsunuz. Türkiye’de geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 24’ün üzerindedir. OECD rakamlarına göre eğitimde olan ve bir işte çalışmayan genç nüfus oranı yüzde 27. Siz hala diyorsunuz ki istihdam yapmayarak tasarrufta bulunacağım, esnek çalışmayı getireceğim. Bu esnek çalışmanın ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Güvencesiz çalışmadır esnek çalışma. Esnek çalışma işinizden olmanın ilk adımıdır. Esnek çalışma, çalışma hayatında mücadelelerle kazanılmış birçok sosyal hakkın sonlandırılmasıdır. Uzaktan çalışmayı getireceklermiş. Servis ücretlerinden tasarruf etme peşindeler. Lojmanda yaşayanlardan kira alacaklarmış. Oysa bir sosyal devlet lojman yapar. Lojman yapmanın bir yanıyla çalışanlara sosyal hak, diğer yanıyla ülkedeki konut probleminin çözümüne katkı olduğunu anlamayan bir hazine bakanımız var. İşte baştan sona bir mizahı hep beraber dinledik. Eşantiyon olmayacakmış, kokteyl olmayacakmış. Biz bilmiyoruz eşantiyon falan. Herhalde kendi aralarında bayağı bir eşantiyon dünyaları var, bayağı kokteyllere katılıyorlar. Yedikleri içtikleri afiyet olsun. Sokakları led ile aydınlatacaklarmış. Bu kelimenin tam anlamıyla ciddiyetsizliktir. Bütün bunların hesaplarını yaptı arkadaşlarımız. Mehmet Şimşek ve Sayın Yılmaz’ın söylediklerini toplasanız, çok katı bir disiplin uygulasalar bile, 50-80 milyar liralık, bu kadarcık bir tasarruf yaratabilirler. Bütçe rakamlarına baktığımızda bir sürü şeyi istisna tutmak zorundalar. Yatırımda kısıntıya gideceklerini söylüyorlar ama depremle başlamış ve yüzde 75’i tamamlanmış yatırımların devam edeceği düşünülürse bu kadar cüzi bir durum var. Olsun tabii. İsraf varsa tasarruf olsun, israf engellensin. Ama siz öğrettiniz bu kadar israfı, sizin zihin yapınız israfkar. 

Enflasyonla mücadele servet ve gelir dağılımındaki adaletsizlikleri gidermekten geçer

Ekonominin düzeltilmesi için yapılması gereken şey acil bir ek bütçedir. Hem bütçe açığını kapatacak hem de emekçilerin, emeklilerin, bu toplumda yaşayan mağdurların mağduriyetini giderecek bir programı hayata geçirmeliyiz. Çünkü gerçek anlamda enflasyonla mücadele ve toplumsal istikrarın yolu, toplumu mağdur etmekten, yoksullaştırmaktan geçmez; tam tersine toplumu korumaktan, refahı hakça paylaştırmaktan, servet ve gelir dağılımındaki adaletsizlikleri gidermekten geçer. Böyle bir ek bütçe yapacak bilgi ve anlayıştan yoksun olduğunuzu biliyoruz. Böyle bir bütçeye ihtiyaç olduğunu bildiğimiz için çok yakında bu konudaki çalışmamızı kamuoyuyla paylaşacağız. 

13 Mayıs 2024