Temelli: Toplumu bu ceberut sisteme karşı hak mücadelesinde yan yana gelmeye davet ediyoruz

Grup Başkanvekilimiz Sezai Temelli, Meclis’te düzenlediği basın toplantısıyla gündemdeki gelişmeleri değerlendirdi. Temelli, şunları söyledi: 

Basın Özgürlüğü Endeksinde Türkiye 180 ülke arasında 165’inci sırada yer alıyor

Öncelikle 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Gününü kutlayarak başlamak istiyorum. Çalışan Gazeteciler Günü bütün dünyada kutlanıyor fakat Türkiye’de ironik bir şekilde kutlanıyor. Bildiğiniz üzere Türkiye, Basın Özgürlüğü Endeksinde 180 ülke arasında 165’inci sırada yer alıyor. Türkiye’de tutuklu gazeteciler var, işsiz gazeteciler var. Türkiye’de basın özgürlüğünden bahsetmek çok da mümkün değil. Halkın haber alma hakkı her türlü yöntemle engelleniyor ve yayın yasaklarıyla anılan bir ülkeyiz. Dolayısıyla Çalışan Gazeteciler Gününü kutlarken basın özgürlüğü üzerindeki tehditlerin özellikle nerelere ulaştığını da vurgulamak istiyorum. Bu arada Meclis gazetecilere yeşil pasaport verelim mi, vermeyelim mi diye tartışıyor. Yeşil pasaportun verilmesi konusunda nasıl ayrımcılıkların yaşanacağını da hep birlikte önümüzdeki günlerde yaşayacağız. 

Suikastların arkasında Kürt sorununun çözümsüzlüğe mahkum edilmesi var

9 Ocak, bildiğiniz üzere Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez’in Paris’te katledildiği gün. 2013 yılında üç Kürt siyasetçi Paris’te katledildi. Bu ne ilk katliamdı ne de son oldu. Daha sonra yine Paris’te üç Kürt siyasetçi katledildi. Yine geride bıraktığımız 6 Ocak 2016’da da Seve Demir, Fatma Uyar ve Pakize Nayır da bildiğiniz gibi Şırnak’ta katledilmişlerdi. Kürt siyasetçilere yönelik bu katliamlar devam ediyor. Bu katliamların, bu suikastların arkasında yatan anlayış her şeyden önce Kürt sorununun çözümsüzlüğe mahkum edilmesinden kaynaklanıyor. Bu anlayıştan kaynaklanıyor.

Yapılan infazlar gayri nizami savaş düzeninden başka bir şey değil

Kürt sorununda bir çözüme dair bütün kapıların kapatılması amacıyla bu tür katliamların, suikastların süreklileştiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Her gün televizyonlarda MİT’in yaptığı operasyonlardan bahsediliyor. Bu operasyonlar sonucunda Kürt siyasetçiler, bilim insanları ve sivillerin katledilme haberleri büyük bir başarı olarak kamuoyuna yansıtılıyor. Oysa bu hukuk dışı bir uygulama. Haklarında hiçbir hüküm olmaksızın yapılan bu infazlar gayri nizami savaş düzeninden başka bir şey değil. Bu katliamların hiçbir şekilde sorgulanmaması, bu kararı verenlerin yargılanmaması, kararın arkasında olanların ortaya çıkarılmaması bugün içine sürüklendiğimiz devletin ve sistemin durumunu bize gösteriyor. 

Bir yerden başlayacaksak Kürt sorununun çözümünden başlamalıyız

Kürt sorunu çözülmediği müddetçe devletin bu çöküşten kurtulması mümkün değil. Kürt sorunu çözülmediği müddetçe sağlıklı bir sistemin var olması mümkün değil. Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Türkiye’nin en büyük sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu diğer bütün sorunları derinleştiren, besleyen bir güce sahiptir. Bir yerden başlayacaksak Kürt sorununun çözümünden başlamalıyız. Kürt sorununun çözülme meselesini yine Sakine Cansızların öldürüldüğü güne dönerek daha anlamlı hale getirebiliriz. Nasıl çözülebilir, nasıl çözümsüz bırakılabilir. Öldürüldükleri tarih aslında sorunun demokratik çözümü adına gelişmelerin yaşandığı bir tarihti. Fakat sorunun çözülmesini istemeyenler bu suikastı, bu katliamı gerçekleştirdi. Oysa biliyoruz ki yine 2013-2015 tarihleri arasında yaşadığımız deneyimden Kürt sorununun çözümü mümkün. Bu çözümü mümkün kılacak olan da tartışmasız Abdullah Öcalan’dır. Sayın Öcalan ile yapılan görüşmeler, Kürt sorununun çözümü konusunda atılan adımlar hafızalarımızda tazeliğini koruyor. İşte bu çözümden kaçanlar bugün acımasız bir tecrit sistemini bu ülkeye dayatıyorlar. İmralı’da devam eden tecrit sistemi aslında dünyanın en karanlık sistemlerinden biridir. Bu karanlık bütün ülkeyi kaplamaya devam ediyor. Devletin tüm uygulamalarında, iktidarın tüm uygulamalarında aslında bu karanlığın etkilerini görüyoruz. Meseleyi çözümsüz bırakmak, meseleyi barıştan koparmak, meseleyi demokrasiden koparmak ülkenin nasıl bir yere sürüklendiğinin fotoğrafıdır. O yüzden Türkiye’de bütün halklar, emekçiler, kadınlar bugün yaşadıkları bu sorunun nereden kaynaklandığına dair bir çaba içindeler ve bu nedene dair de bir çözüm üretme peşindeler. Bu konunun öncüleri de aydınlardır. 

Türkiye’de hangi mesele ele alınacaksa bu meselenin Kürt sorunuyla olan bağını görmek zorundayız

Bildiğiniz üzere bundan bir süre önce bir grup aydın bir araya gelerek “Barışa Çağrı Deklarasyonu” yayınladı. Bu konuda özellikle barışın yolu için İmralı’daki tecridin sonlandırılması gerektiğine vurgu yaptı. Yine birkaç gün önce 500’den fazla aydın, yazar, sanatçı ve birçok insan bir araya gelerek “Barışa Ses Ol” çağrısını yinelediler. Aynı yaklaşımı biz burada da gördük. Dolayısıyla bugün Türkiye’de demokrasiyi konuşacaksak, Türkiye’de hukuku konuşacaksak, ekonomiyi konuşacaksak, Türkiye’de hangi mesele ele alınacaksa bu meselenin Kürt sorunuyla olan bağını görmek zorundayız. Bu konuda çözüm yönünde atılacak bir adım da diğer sorunların çözümü konusunda önemli gelişmelere yol açacaktır. Aydınların çağrısı çok önemliydi. Barışa ses olma zamanıdır, barış konusunda harekete geçme zamanıdır. Bu kirli savaşı, bu savaşı durdurmak adına herkesin inisiyatif almasının zamanıdır. Eğer bunda başarılı olamazsak bu çöküş devam edecek, bu yıkım devam edecek. Buna bağlı da aslında yaşadığımız sorunlar katmerlenerek karşımıza gelmeye devam edecek. 

Yargıtay’ın yanlış kararını sonlandırmasını sağlayacak bir irade ortaya konulmalıdır

Bakın neleri yaşıyoruz. Türkiye’de özellikle son zamanlarda giderek derinleşen bir yargı krizi yaşıyoruz. AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği iki karara rağmen önce İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesinin, sonra Yargıtay 3’üncü Dairesinin direnmesi aslında geçiştirilecek bir konu değil. Tam anlamıyla bir yargı darbesidir, açık bir anayasa ihlalidir. Anayasa Mahkemesinin kararlarını beğenmeyebilirsiniz, Anayasayı beğenmeyebilirsiniz, Anayasayı değiştirmek için bir çabanın içinde olabilirsiniz ama Anayasayı ihlal edemezsiniz. İhlal ederseniz bunun adı darbedir. Buna sessiz kalmak darbeyle işbirliğidir. Bugün yapılması gereken Yargıtay kararına övgüler düzmek değil, Yargıtay’ın arkasında darbecilerle işbirliğine kalkışmak değil Yargıtay’ın bu yanlış kararını sonlandırmasını sağlayacak bir iradeyi ortaya koymaktır. Bugün soruluyor Meclis Başkanı acaba Can Atalay hakkındaki hükmün okunmasını sağlar mı sağlamaz mı? Kuşkusuz sağlamamalıdır. Bir anayasa ihlalini de Meclis Başkanı yapmamalıdır. Yapılması gereken Meclis’in ortak iradesiyle Yargıtay’ın bu yanlış kararını durduracak, Yargıtay’ın bu darbe girişimine son verecek, anayasa ihlallerinin önünü kapatacak bir girişimi hayata geçirmektir. Yargıdaki bu çürümeyi, bu siyasallaşmayı ve hatta bunun ötesine geçen darbeci yaklaşımı sonlandırmanın yolu her şeyden önce Meclis’in yasama gücüne dayalı olarak kuvvetler ayrılığı ilkesinde ısrarcı davranmasından ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin dayattığı bu ucube yaklaşıma son vermesinden geçiyor. 

Kobanî Kumpas Davasında arkadaşlarımız bir bütün olarak sistemi yargılıyor

Bugün ülkede kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün değil. Zaten kuvvetler ayrılığı söz konusu olmadığı için bazı yargı mensuplarının bu fütursuz yaklaşımlarıyla karşı karşıyayız. Bunun bir örneğini de Kobanî Davasında yaşıyoruz. Kobanî Davasının hayata geçmesini sağlayan savcı yolsuzluklarla anılıyor, davanın ilk yargıcı çete üyesi çıktı. Bugün bu davayı izlediğinizde sistematik bir kumpas davası olduğunu görürsünüz. Bu davada aslında yargılanan biz değiliz. Bu dava da yargılanan kriz doğuran sistemdir. Arkadaşlarımızın tüm savunmaları, en son da Selahattin Semirtaş’ın yaptığı açıklamalar savunmanın ötesinde topyekun bir sistem yargılanmasından başka bir şey değildir. Neden böyle? Neden yargıya baktığımızda Kobanî Davasını görüyoruz, Can Atalay vakasını görüyoruz? Ya da birçok hukuksuzluğu, yasa dışılığı neden bizzat yargı sistemi içerisinde görüyoruz? Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dediğimiz bu sistem hukuksuzluktan besleniyor. Bu sistem demokrasiden kaçan bir sistemdir, otoriter ve baskıcı bir sistemi dayatan bir yöntemle ayakta duruyor. Kendi bekasını bu faşizan anlayışın üzerine kurgulamış bir sistemden bahsediyoruz. Bunun yarattığı meseleye, bu toplu krizler sistemine bir devlet krizi tanımı yapabiliriz. Ortada bir devlet krizi var. Bir taraftan bu demokrasiden kaçan giderek otoriterleşen bir yandan kaynaklanıyor, bir taraftan da her şeyiyle giderek karanlığa bizi sürükleyen yapıdan kaynaklanıyor. 

Toplumu bu ceberut sisteme karşı hak mücadelesinde yan yana gelmeye davet ediyoruz 

Peki, bu devlet krizinin toplumsal maliyetlerine kimler katlanıyor? Hasta tutsaklar katlanıyor. Son günlerde kamuoyunda sıkça yer aldı. Hanife Aslan 76 yaşında yürüyemiyor, ayakta duramıyor, tekerlekli sandalyenin verilmesi bile başlı başına olay haline geliyor. Hatta tekerlekli sandalye talebine karşı jandarmanın şiddet uyguladığını görüyoruz. Yine Abdulhalim Kaya 80 yaşında ve şu anda yatalak. Bunun gibi birçok vaka sayabiliriz. Şu anda Türkiye’de hasta tutsak sayısı 1600’ü geçmiş durumda ve bunların yaklaşık 500’ü acil olarak tahliye edilmesi gereken durumda olmasına rağmen Adalet Bakanlığının bu konuda hiçbir girişimi yok. Tabii bu devlet krizinin çok önemli bir maliyeti de siyasi tutsaklar üzerinde. Türkiye’de binlerce siyasi tutsak var. Ve yargılamalarına baktığımızda bütün o iddianamelerin aynen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde olduğu gibi uydurma iddianameler olduğunu görmemiz mümkün. Tutsak gazeteciler var, yerinden yurdundan edilmiş insanlar var. Ya da zorunlu olarak yerini yurdunu terk etmiş, göç etmiş insanlar var. Bu ülkenin devlet krizine bağlı olarak katlandığı bir maliyet de kuşkusuz kayyımlar. Halkın iradesinin de gasp edildiğini görüyoruz. Karşısında bir sistem yok. Bu uyduruk sistemin yaratmış olduğu bir kaos var. Bu kaosu sonlandırmanın yegane yolu da Türkiye’nin demokratikleşmesinden geçiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi de her şeyden önce yasama, yargı ve yürütme arasındaki kuvvetler ayrılığını tesis etmekle ve toplumsal barışı var etmekle mümkün. Bunun için de Türkiye’nin her şeyden önce demokratik bir anayasayı hayata geçirmesi gerekiyor. Türkiye’nin her şeyden önce demokratik bir cumhuriyet konusunda toplumsal iradesini ortaya koyması gerekiyor. O yüzden bütün toplumu demokrasi konusunda duyarlı olmaya, bu ceberut sisteme karşı hak mücadelesinde yan yana gelmeye, büyük bir dayanışmayı sergilemeye davet ediyoruz. Eğer bunda başarılı olamazsak bu sistem halkın üzerine çökmeye, onun haklarını gasp etmeye, onu yoksulluğa mahkum etmeye devam edecektir. Bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi “Cumhurbaşkanlığı Sefalet Sistemi”ne dönüşmüş durumdadır. Dünya Sefalet Endeksinde ilk 10’a girmiş bir ülkeyiz. İlk 10’a girmiş ülkeleri yan yana koyarsanız, durumun ne kadar vahim olduğunu görürsünüz. Ekonomik hedefleri tutturduğunu söyleyen Mehmet Şimşek’in tutturduğu yegane hedef sefalet endeksi hedefidir. Uydurma enflasyon rakamlarını hedef olarak görüyorlar ama gerçek enflasyon rakamları ENAG’ın da açıkladığı gibi çarşıda pazarda yaşadığımız fiyatlardır, çocuğumuzu okula gönderdiğimizde karşılaştığımız fiyatlardır. Günlük hayatta herhangi bir meselimizde karşılaştığımız fiyatlardır. Dolmuşa bindiğimizde, bir yerden bir yere gittiğimizde, bir hastaneye, eczaneye gittiğimizde karşılaştığımız fiyat neyse halkın enflasyonu odur. TÜİK’in uydurduğu rakamlar ne hedef olabilir ne de gerçek enflasyonu açıklayabilecek rakamlardır. 

Asgari ücret daha asgari ücretlinin eline geçmeden hızla eridi

Emeklilerin bugün zam oranı tartışılıyor. Yoksulluk sınırına baktığımızda, emekli maaşlarına baktığımızda neden Sefalet Endeksinde olduğumuz anlaşılır. Asgari ücret 17 bin TL olarak açıklandı. Şu anda bu rakam yoksulluk sınırının üçte biridir. Asgari ücret daha asgari ücretlinin eline geçmeden hızla eridi. Yine İş Kur’a baktığımızda, bir yıl için bir buçuk milyon insan işsizlik ödeneğine başvurmuş durumda. Kredi kartlarına baktığımızda, insanların geliri yok ancak ve ancak kredi kartlarıyla ayakta durabiliyorlar. Kredi kartlarına baktığımızda, yaklaşık bir trilyon üzerinde kredi kartı borcunun biriktiğini ve bunun bir yılda iki buçuk kata kadar yükseldiğini görmek mümkün. Sefaletin aslında tablosunu sizlere anlatmaya çalışıyorum. Ekonomide hangi alana gitseniz bunu görmeniz mümkün. An itibariyle kurlara baksanız dolar 30 liraya, euro 33 liraya ulaşmış durumda.

Hiçbir hedefi tutturamayan, hedef olarak hayal satan iktidar ve onun ekonomi bakanları halka bu sefaleti, bu yoksulluğu dayatmaya devam ediyor. Şimdi yerel seçimlere gidiyoruz. Yerel seçimlere giderken seçim ekonomisi uğruna, kazanacakları üç beş belediye uğruna aslında bu sefaleti daha da derinleştirmeye devam ediyorlar. Fiyat artışları yoluyla, zamlar yoluyla, dolaylı vergiler yoluyla KDV ve ÖTV yoluyla halkın üzerine bu maliyeti daha da yükleyecekler. Bu ekonomik zulüm daha da artacak. Mart’tan sonra artık tufan bizi bekliyor. Bunu da artık dile getiriyorlar sık sık açıklamalarında. Kemer sıkma politikalarını nasıl uygulayacaklarını hem Şimşek’in hem de Yılmaz’ın açıklamalarında duyuyoruz. Bütçe görüşmelerinde de buna hep birlikte tanıklık ettik. 

Yerel seçimlerde Türkiye’nin önümüzdeki dönemde nasıl bir sürece evrileceğine hep beraber karar vereceğiz

Yerel seçimler Türkiye'de önemli bir seçim olarak karşımıza çıkacak. Sadece belediye başkanlarını, belediye meclis üyelerini belirlemeyeceğiz; Türkiye’nin önümüzdeki dönemde nasıl bir sürece evrileceğine hep beraber karar vereceğiz. Bu anlamıyla da demokrasi mücadelesi olarak yere seçimlerin önemli bir eşik olduğunun altını çizmek istiyoruz. Görüyoruz adaylar açıklanıyor. Bu adaylara baktığımızda karşımıza aslında çok net bir tablo çıkıyor. Kentsel haklar mı kentsel rantlar mı? Proje adaylara baktığımızda aslında kentsel rantların peşinde koştuklarını, iktidarın bu rant düşkünlüğünün devam ettiğini net görüyoruz. İstanbul adayını açıkladı iktidar. Cumhurbaşkanı Erdoğan açıkladığında bunu bir kez daha anladık. İmar Affı ile anılan, yaptığı hiçbir projenin hayata geçmediği bir insanı, eski bakanı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olarak açıkladı. Bu da aslında kentsel haklarla alakası olmayan bir anlayışın, kentsel rantlar peşinde koşacağını bir kez daha bize gösteriyor. 

Kayyımları tarihin çöplüğüne gönderme kararlılığımızı ortaya koyacağız

Biz DEM Parti olarak kentsel haklar mücadelesini vermeye devam edeceğiz ve bir daha geri dönmemek üzere kayyımları tarihin çöplüğüne gönderme kararlılığımızı ortaya koyacağız. Kayyımın olduğu bir yerde kentsel haklardan ve demokrasiden bahsedemezsiniz. Bugün Türkiye ancak ve ancak yerel demokrasiyle demokratikleşebilir. Bu bilinç ve anlayışla kayyımlara karşı mücadeleyi yükseltiyoruz. Bunun da ötesinde Türkiye halklarının bu rantçı ve talancı anlayışa karşı, kentlerde giderek büyüyen yıkımlara karşı, deprem gibi doğal afetlerin felaketlere dönüşmesine karşı kentsel hak mücadelesini hep beraber büyütmek ve bu mücadelenin sonunda da halkın bizzat yerel yönetimlerde iktidara gelmesi için mücadelemizi veriyoruz. İnanıyorum ki 31 Mart seçimlerinden önemli bir başarı ile çıkacağız. Bu başarı sadece yerellerde iktidara gelmemizle ilgili değildir, Türkiye’yi dönüştürmesi anlamında da önemli bir sonuca imza atmış olacak. 

SORU: Antalya’da yaşanan olayla ilgili, “Antalya gibi olan bardağı taşıran başka şehirler de var. Kimi AKP’nin kimi de CHP’nin olduğu iller” diye bir açıklamanız var. Bu iller nereler ve hangi sorunlarla karşılaştınız? 

Antalya’da yaşanan mesele bardağı taşıran son damla. Birçok yerde özellikle karşı karşıya geldiğimiz benzer sahneler oluyor. Bunun arkasında ayrımcı bir zihniyet var. DEM Partiye ve öncesinde HDP’ye yaklaşım konusundaki ayrımcılığın yansımalarını görüyoruz. Bu anlamda Türkiye’deki çoğu partinin birbirinden farkının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kürt sorununa yaklaşım konusunda benzer bir zihniyetle karşı karşıyayız. Yerel yönetici olmanın çok önemli bir özelliği vardır. Yerinden demokrasinin aslında temsiliyeti ile oradasınız. Ama hiç kayyımlardan bahsetmeden 5 yıl geçireceksiniz. Kayyımlara karşı hiçbir tepkiniz olmayacak. Ya da herhangi bir çalışmanızda buna karşı bir adım atmayacaksınız. Türkiye’de bunca ayrımcılık olacak, yerinden yurdundan edilmiş yüzbinlerce göçmen olacak, bunların birçoğu da Kürdistan’dan göç edip gelmiş insanlar olacak ve siz onlara hizmeti nasıl götürmem şeklinde bir anlayış içinde olacaksınız. Bütün bunları birlikte yaşadığımız bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Tabii ki Antalya yalnız değil başka iller de var. İsimlerini zikretmeyeceğim, çünkü şu anda aday belirleme ve kent uzlaşısı çalışması yürütülmektedir. Farklı bir yönlendirme yapmamak için isim vermeyeceğim ama Antalya yalnız değil. 

9 Ocak 2024